Paylaş
Türkiye’de başbakanlık makamında oturan bir siyasi şahsiyetin, geçmişte yapılmış bir katliamın üzerindeki örtüyü kaldırarak, buradaki suçu “devlet adına” kabul etmesi, Türkiye’nin siyaset tecrübesinde emsali olan bir davranış değildir.
1934 OLAYLARINI DA HATIRLAMALIYIZ
Erdoğan’ın bu hamlesinin gerisindeki siyasi saikler ve kullandığı üslupla ilgili ciddi çekincelerimiz olmakla birlikte, son tahlilde atılan adımın her bakımdan önemsenmesi gerektiğini teslim ediyoruz.
Burada işin püf noktası, Başbakan’ın attığı bu adımın gerisini getirmek konusunda ne kadar tutarlı davranacağı, bunun kapsamlı, bütüncül bir tutuma dönüşüp dönüşmeyeceği sorusudur.
Türkiye’nin tarihinde Cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemler olmak üzere yüzleşme ya da yeni bir gözle bakma, tartışma ihtiyacı gösteren pek çok dosya bulunuyor. Adını ne koyarsanız koyun, geçen yüzyılın başında yaklaşık 1.5 milyon Ermeni’nin Türkiye’de yaşadıkları topraklardan tehcir edilerek çıkarılması ve sayıca çok önemli bir bölümünün kırıma uğramış olması bu dosyaların başında gelir.
Ayrıca, Cumhuriyet döneminde de Dersim gibi gözden geçirilmesi gereken sayfalar söz konusu. İkinci Dünya Savaşı döneminde 1942 yılında gayrimüslimleri hedef alan Varlık Vergisi bugün geriye dönüp baktığımızda her yönüyle ırkçı bir uygulama olarak vicdanları rahatsız ediyor.
Bir bu kadar vahimi, 1943’te ağırlıklı Yahudi olmak üzere binden fazla gayrimüslim vatandaşımızın bu vergiyi ödeyemediği için zor kullanılarak Aşkale’ye çalışma kamplarına sürülmesidir.
Toplumda çok az bilinse de özellikle araştırmacı Rifat Bali’nin 2008’de yayımlanan değerli çalışmasıyla artık iyice gün ışığına çıkmış “1934 Trakya olayları” da pekâlâ bu çerçevede zikredilebilir. Devletin organize ettiği provokasyonlarla Trakya’nın belli başlı yerleşim merkezlerindeki Yahudi vatandaşların göç etmeye zorlanması, can kayıpları da dahil olmak üzere her anlamda çok büyük mağduriyetler yaşamış olmaları tarihimizin yüz kızartıcı bir sayfasıdır.
HER ÜLKENİN BENZER SAYFALARI VAR
Cumhuriyet döneminin bu tür iftihar vesilesi olmayan olayları yalnızca CHP’nin tek parti dönemiyle de sınırlanamaz. Bir ruhsal arınmaya girilecekse, Demokrat Parti döneminde 1955 yılında İstanbul’da meydana gelen ve çoğunlukla Rumlara büyük zararlar veren 6-7 Eylül olayları da bu arayışa dahil edilmelidir.
Bütün bu sayfalara mezhepsel bir nitelik de taşıyan ve doğrudan Alevilerin kurban olduğu Kahramanmaraş (1978), Çorum (1980) ve son olarak Sivas (1993) olayları da dahil edilebilir.
Özetle, tarihimizin ya hiç ya da yeterince yüzleşilmemiş olan pek çok sayfası var.
Ancak bu nedenle kendimizi büyük bir karamsarlığın içine atmamıza da gerek yok. Türkiye, bu durumda olan tek ülke değildir. Pek çok ülkenin tarihinde benzer sıkıntılar, hatırlanması sancı yaratan problemli dönemler vardır. Bütün mesele, medeni ülkelere yakışan bir şekilde bu gerçeklerle yüzleşip tarihi yerli yerine oturtmaktır. Tarihin hayaleti ayağımızdan çektiği sürece ileri gidemeyiz.
TARİH ARADA SIKIŞMAMALI
Ancak bunu yaparken dikkat etmemiz gereken bir dizi nokta var. Bunlardan birincisi, toplumun büyük bir bölümünün bu olayların çoğu hakkında yeterince bilgi sahibi olmamasıdır. Dolayısıyla kamuoyunun hazırlanması ve virajın çok sert alınmaması önem taşıyor.
Bir başka önemli nokta, bu olaylar karşısında seçici davranılmaması gereğidir. Bazı olaylara el atıp, bazılarını görmezden gelen ayrımcı bir bakışla bir yere varılamaz.
Bu çerçevede, tarihle yüzleşmenin siyasi mücadelenin bir parçası haline getirilerek rakipleri köşeye sıkıştırma, puan toplama aracı gibi görülmemesi de kritik önem taşıyor. Konunun siyasi çekişmelere rehin düşmesi, tarihi gerçeklerin de arada sıkışmasına yol açabilir.
Bu noktada partiler üstü bir anlayışla hareket edilmesi koşuluyla TBMM’de tarihçilerle ve tanıklarla birlikte çalışacak bir komisyonun kurulması bir fikir olarak düşünülebilir.
Bir başka yol olarak, Taha Akyol’un geçenlerde Fransa örneğinden yola çıkarak önerdiği üzere, herkesin üzerinde görüş birliğine varabileceği, güven duyabileceği tarihçilerin yer aldığı bir komisyonun doğrudan görevlendirilmesidir.
Not: Geçen perşembe günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Londra gezisini konu alan yazımda kendisinden önce Londra’ya yapılan devlet ziyaretleri arasında yalnızca Kenan Evren’in 1988 yılındaki gezisini saymışım. Buna Cevdet Sunay’ın Kraliçe’nin davetlisi olarak 1967 yılı kasım ayında yaptığı ziyareti de eklememiz gerekiyor.
Paylaş