Paylaş
Her yönüyle ağır bir hadisedir ve bundan sonrası için ciddi sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.
Türkiye şehit askerleri için yas tutarken bu saldırının gerekli kıldığı misillemeyi Esad rejimine olabilecek en sert şekilde gerçekleştirmek durumundadır.
Önceki günkü saldırı ilk değildir. Daha önce 3 Şubat’ta Serakib’de rejim ordusunun açtığı topçu ateşiyle 8 askerimiz şehit olmuştu. Keza 10 Şubat’ta Taftanaz’da 5 askerimizin şehit olması yine Suriye ordusunun topçu ateşinin sonucuydu.
Önceki günkü olayda ise saldırıyı Suriye savaş uçakları gerçekleştirmiştir. Bununla birlikte Esad rejimine bu cüreti savaştaki müttefiki Rusya’nın bahşettiği gerçeğini görmezden gelemeyiz. Başından beri İdlib’de izlenen askeri strateji Rus ve Suriyeli askerlerin ortak harekât planlaması çerçevesinde ve yakın bir işbirliği içinde hayata geçiriliyor.
Ayrıca, unutmayalım ki geçen hafta perşembe günü Serakib’in 10 kilometre batısındaki Kaminas’ta bir tankın içinde iki askerimizin şehit edildiği hava saldırısını bir Rus savaş uçağı gerçekleştirmişti. Rusya Savunma Bakanlığı, aynı gün İdlib’de bir tankı havadan vurduklarını bir açıklamayla dünyaya ilan etmişti. Rusya bir taraftan Türkiye ile müzakere ederken diğer taraftan Türkiye’ye karşı sahada askeri seçeneğe de başvurabilmektedir.
İDLİB’E DÖNÜK ASKERİ VE SİYASİ HEDEFLER
Türkiye, son elim hadiseyi Suriye iç savaşında geldiği noktanın bir muhasebesini yapmak, buradan nereye gideceği hususunda soğukkanlı bir şekilde düşünmek açısından bir vesile olarak değerlendirmelidir.
Baştan belirtelim. Türk resmi makamları uzun bir süre İdlib’de verilen kayıplar karşısında Rusya’nın rolü yokmuş gibi davranıp bütün sorumluluğu Esad rejimine atfetmeyi yeğledi. Ancak Rusya’nın İdlib’deki sorumluluğunu kayda geçirme zamanı çoktan gelmiştir.
İkinci önemli nokta, TSK’nın İdlib’de sahadaki varlığının askeri ve siyasi hedeflerinin Türk kamuoyuna açık net bir şekilde anlatılması ihtiyacı ile ilgilidir. Daha önce Suriye’nin kuzeyinde terörle mücadele üzerinden gerekçelendirilen Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı gibi harekâtlar kuvvetli bir toplumsal destek zemini üzerinde icra edilmiştir. Buna karşılık İdlib söz konusu olduğunda diğer harekâtlar ölçüsünde mutabakat yaratan bir ortak payda şekillenmiyor.
Burada muhakkak hesaba katılması gereken bir faktör toplumun geniş bir kesiminde 3.7 milyona yakın Suriyelinin Türkiye’de yaşıyor olmasından duyulan rahatsızlıktır. İdlib’den gelen şehit haberleri bu rahatsızlığın üstüne eklendiğinde soru işaretleri artmaktadır.
GÖÇ DALGASINA KARŞI GÜVENLİ BÖLGE
Bununla birlikte, Türkiye İdlib’den gelecek yeni bir göç dalgasını önlemek ve yerinden olan insanları sınırın dışında karşılamak kararında yerden göğe kadar haklıdır. Bu hedefin uygulanabilmesi Türkiye’nin sınırlarına bitişik ve bu göçmen kalabalığını özümseyebilecek derinlikte bir ‘güvenli bölge’nin kurulmasını gerekli kılıyor. TSK’nın özellikle göç gerçeğinin insani boyutunu da ön planda tutan bir anlayış ve buna dayanan bir görev talimatı çerçevesinde İdlib’de bulunması anlaşılabilir bir hedef olacaktır. Ancak görev çerçevesi silahlı muhalefetin M-5 otoyoluna düzenlediği bir harekâta topçu ateşiyle destek verilmesini kapsayınca mesele farklı bir yöne gidiyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Esad rejimine ordusunu Soçi Mutabakatı sınırlarına çekmesi için süre olarak verdiği 29 Şubat takvimi bu gece yarısı saat 24.00’te doluyor. Rejim çekilmediği takdirde İdlib’de sahaya yayılmış olan TSK unsurları Esad ordusunu bu vilayetin sınırları dışına çıkarmak üzere harekete geçecek midir? Ya da düzenlenebilecek operasyonlar rejim ordusu tarafından çevrelenen TSK gözlem noktalarının etrafındaki kuşatmayı dağıtmakla sınırlı mı kalacaktır? Yaşanan tecrübeler ışığında hava desteği olmadan girişilecek harekâtların yaratacağı riskler iyi ölçülmelidir.
Kuşkusuz önümüzdeki 24 saat içinde ilan edilebilecek bir ateşkes bütün bu riskleri geçersiz kılıp herkese derin bir soluk aldıracaktır.
RUSYA İLE YAKINLAŞMANIN SINIRLARINA GELMEK
Ayrıca, Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilerin sınırdan çıkışlarının serbest bırakılması yönündeki eğilimin etraflıca tartışılmasında da sayısız yarar var. Çünkü, bu takdirde Ege üzerinden başlayacak bir göç dalgasında yaşanacak hadiselerin, örneğin muhtemel yeni çocuk ölümlerinin sorumluluğu Türkiye’ye çıkartılacaktır. İdlib’de halen yaşanmakta olan insani felaket karşısında tek başına örnek bir duyarlılık sergileyen Türkiye, ayrıca yaklaşık 3.7 milyon Suriyeliye âlicenaplık göstererek sahip çıkmasının sağladığı büyük bir haklılık zemininde duruyor. Bu zemini sarsabilecek hareketlerden uzak durulmalıdır.
Hepsinden önemlisi, dış politikanın bütün ayarlarının elden geçirilmesi ihtiyacının artık ertelenemeyecek bir eşiğe gelmiş olmasıdır. Batı ile çatıştıktan sonra Rusya’ya yönelme siyasetinin sınırlarına ulaşmış bulunuyoruz. Türkiye, karşı ağırlıkları olmaksızın tek başına Rusya ile karşı karşıya kalmanın risklerini sınamak bakımından göz açıcı bir tecrübe yaşıyor. Kuzey komşumuz ile ilişkilerin daha dengeli bir şekilde yürütülmesi gereği üzerinde giderek güçlenen bir konsensustan söz edilebilir.
Ve bugün Türkiye İdlib’de yaşadığı ve Rusya kaynaklı olan sıkıntılar karşısında destek için Batı’nın kapısını çalıyor, NATO’dan yardım istiyor.
Olması gereken, dış politikanın bu tür sert geçişlere savrulmadan yürütülmesidir. ABD cephesinde yaşanan bir dizi sorun nedeniyle bu ülkeyle ilişkilerin önünde kısıtlar söz konusudur. Türkiye’nin ne yapıp yapıp Avrupa ile bir normalleşmeye yönelmesi, dış politikanın bütün boyutlarıyla daha dengeli bir çerçeveye oturması bakımından elzemdir.
Paylaş