BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, geçen hafta çarşamba günü Ukrayna’dan dönerken Akşam’ın Ankara Temsilcisi Çiğdem Toker’in “İki partili bir Meclis sistemini mi istiyorsunuz?” sorusuna şu yanıtı veriyor:
“Doğrusu evet. Bu sistemi faydalı buluyorum. Çünkü ikili sistemde parlamentolar daha etkin işliyor, yönetiminde de istikrar söz konusu oluyor; Amerika’ya bakın...” Erdoğan, geçen perşembe Erzurum’da yaptığı konuşmada, halkın Amerikan modeli de dahil olmak üzere başkanlık sistemini tartışmasında yarar gördüğünü söyleyerek, bu yöndeki bir tartışmayı açıkça teşvik etmiştir. GÖNLÜNDE YATAN ASLAN Erdoğan’ın bu açıklamaları, siyasi serüveninde geleceğe dönük hedeflerini ortaya koyduğu en önemli niyet beyanları olarak görülmelidir. Bu açıklamaların önemli bir yönü, haziran ayında yapılacak genel seçimden sonra gündemi kaplayacak olan yeni Anayasa’ya ilişkin tartışmaların çerçevesini şimdiden çizmiş olmasıdır. Yeni anayasa hazırlıkları kaçınılmaz olarak başkanlık sistemi münazarasının gölgesi altında kalacaktır. Türkiye’de 12 Eylül Anayasası’nın geride bırakılıp sivil bir anayasanın hazırlanması konusunda toplumun çok geniş bir kesimi tarafından paylaşılan önemli bir mutabakat bulunuyor. Erdoğan’ın çıkışı, öncelikle bu mutabakatı bozma riskini de taşıyor. Hepimiz biliyoruz ki, Erdoğan’ın başkanlık sistemini tartışmaya açmasının gerisinde kendisinin seçimden sonra Çankaya Köşkü’ne çıkma hedefi yatıyor. KARŞI KONULAMAYAN ARZU Cumhurbaşkanlığı makamına yükselmek, iddia sahibi her Türk siyasetçisinin gönlünde yatan en büyük aslandır. Geçmiş örnekler bize, Köşk’ün kapısının kendilerine aralandığını gördükleri noktada, şansı olan adayların bu kapıdan içeri hamle yapmak konusunda ruhlarını kaplayan o baştan çıkarıcı arzuya pek direnemediklerini gösteriyor. Nitekim, fırsatını bulduğu noktada rahmetli Turgut Özal 1989’da Köşk’e çıkmakta en ufak bir tereddüt geçirmemiştir. Özal’ın ölümünün ardından 1993 yılında dönemin başbakanı Süleyman Demirel de Çankaya’nın cazibesine karşı koyamamıştır. Gelgelelim, Cumhurbaşkanı olmanın bir siyasetçi için taşıdığı taçlandırıcı değer, zirvede olma duygusu, toplum nezdindeki büyük ağırlığı gibi faktörlerin her biri ne kadar cazip olursa olsun, parlamenter sistemde bu makamın yetkileri genellikle Başbakan’ın egemenlik alanının gerisinde kalıyor. Türkiye’de de 1950’den bu yana uygulanan model, başat oyuncunun Başbakan olduğu parlamenter sistemdir. Bu sistemde ipleri elinde tutan, kararları alan, yönlendiren, deyim yerindeyse topa vuran kişi çoğunluk Başbakan’dır. MEVCUT YETKİLER ONA YETER Mİ? Başbakan Erdoğan’ın en önemli liderlik özelliklerinden biri, hep karar alma pozisyonunda bulunmak istemesi ve yetkilerini paylaşma konusunda kıskanç davranmasıdır. Daha açık ifade edelim, sembolik yetkiler Erdoğan tarzındaki “Dediğim dedik” bir siyasetçiyi tatmin etmez. Çoğunluk içeriğine karar veremeyeceği, yalnızca onaylamak durumunda kalacağı tasarrufların öznesi olmak, onun iç dünyasında barışık yaşayabileceği bir durum değildir. Bu kişilik hasletleriyle tanıdığımız Erdoğan, Cumhurbaşkanı olacaksa, Çankaya Köşkü’nün mevcut yetkileri onun “sözünü geçirmeyi” esas alan liderlik anlayışı bakımından hiç de yeterli değildir. Dolayısıyla Çankaya Köşkü’ne çıkmak istiyorsa ne yapıp yapıp Anayasa’da Cumhurbaşkanı’na bahşedilmiş olan yazılı yetkileri artırmak isteyecektir. MECLİS’TEN GEÇİREBİLİR Mİ? Bunu nasıl yapabilir? Erdoğan açısından tercih edilen birinci seçenek, haziran ayındaki genel seçimde partisinin TBMM’de 367 eşiğinin üzerinde milletvekili sandalyesine sahip olmasıdır. Bu takdirde referanduma gitmeden Meclis’ten istediği gibi bir anayasa çıkarabilir. Partisi 330-367 aralığı içinde bir oy alırsa, Erdoğan bu takdirde geçen eylül ayındaki anayasa değişikliğinde uyguladığı yönteme başvurabilir. Yani, yeni anayasayı Meclis’ten geçirip, ardından referanduma giderek sonuç alma yoluna gidebilir. Ancak her iki senaryoda da yeni anayasa toplumsal mutabakata dayanmayacak, kutuplaşma derinleşecektir. Bu seçeneklerin en önemli handikapı, toplumdaki yeni anayasa özleminin Erdoğan’ın yetki arayışlarına rehin düşecek olmasıdır. Bu seçeneklerin getirdiği ve doğrudan demokrasinin özünü ilgilendiren, muhakkak yanıtlanması gereken hassas bir soru da var: Erdoğan’ın genişletilmiş yetkilerini sistem içinde kim denetleyecek?