Dış politika ve idarei maslahatçılık meselesi

CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, geçen hafta Türk Müteahhitler Birliği’nin düzenlediği başarı ödülleri toplantısına katılarak, burada yaptığı konuşmada müteahhitlerimizin yurtdışında gerçekleştirdikleri projelerle elde ettiği başarılardan övgüyle söz etti.

Haberin Devamı

Gerçekten de rakamlar üzerinden baktığımızda Türk müteahhitlerinin yurtdışında 1972 yılında başlayan serüvenleri geçen yarım yüzyılı aşkın süre içinde etkileyici bir noktaya ulaşmıştır.

Türk inşaat sektörü, bugün küresel müteahhitlik hizmetleri liginde en üst sıralardadır. Dünyanın en büyük 250 uluslararası müteahhit şirketi listesinde Türkiye’nin 43 firmayla temsil ediliyor olması bu durumun kanıtıdır. Türk inşaat firmaları bugüne dek 137 ülkede 515 milyar dolar değerinde 12 bin 277 proje üstlenmiştir.

Onların yurtdışı başarılarından söz edilirken, özellikle Turgut Özal’ın 1983 yılı sonunda başbakan olarak iş başı yapmasının ardından bu alanda sergilediği vizyonun ve yönlendiriciliğin rolünü teslim etmemiz gerekir.

Özal, Türkiye’yi dünyaya, dış pazarlara açmaya çalışırken, müteahhitleri de mümkün olduğu kadar geniş coğrafyalarda iş almaya, proje üstlenmeye teşvik etmiştir. AK Parti’nin iktidara gelmesinden sonraki dönemde de bu alanda ciddi bir ivmenin ortaya çıktığı bir olgudur.

*

Haberin Devamı

Cumhurbaşkanı Erdoğan, törendeki konuşmasında Özal’ın rolüne vurgu yapmayı ihmal etmiyor. İlginçtir ki, müteahhitlik firmalarının başarılarını anlatırken, bunun Türkiye’nin itibarı, gücü, vizyonunun yanı sıra, dış politikadaki başarısını net biçimde ortaya koyduğunu da düşünmesidir.

Erdoğan, müteahhitlik hizmetlerinden söz ederken sözü dış politikaya getiriyor, son 22 yılda “ekonomiden dış politikaya devrim niteliğinde adımlar attıklarını” belirterek, bakın ne diyor:

Rahmetli Menderes’in başlattığı, merhum Özal’ın bir üst aşamaya taşıdığı dış politika ufkunu daha da ilerletmenin gayretindeyiz. Burada öncelikle şu tespiti yapmamız gerekiyor, Türk dış politikası uzun yıllar içe dönük, tabiri caizse idarei maslahatçı bir karaktere sahipti. ‘Risk almayalım, kimseyi ürkütmeyelim, belli aktörlerle aman karşı karşıya gelmeyelim’. Bu anlayış kendi yakın coğrafyasını ilgilendiren meselelerde dahi Türkiye’yi uzun yıllar tribünlere mahkum etti. Bu içe kapanıklığın faturasını ekonomi, dış ticaret ve yatırımlar başta olmak üzere birçok başlıkta ödedik. Halen de ödüyoruz.

*

Haberin Devamı

Cumhurbaşkanı’nın “idarei maslahatçılık” eleştirisinin öncelikle Demokrat Parti’nin 1950 yılında iktidara gelmesinden önceki döneme yöneldiği aşikardır. Bundan, Cumhuriyet’in Atatürk’ün liderliği altında geçen kuruluş dönemi ile kendisinin ölümünden sonraki İsmet İnönü dönemini anlamamız gerekiyor.

Erdoğan bu ifadesinde, ilk bakışta Menderes ile Özal arasındaki 1960-1983 dönemini bir ölçüde belirsizlik içinde bırakıyor. Ancak konuşmasının diğer bölümlerine bakıldığında, bu zaman kesitini de eleştirdiği dönemin parantezi içinde gördüğünü düşünebiliriz.

*

Erdoğan’ın bu konuşmasının Cumhuriyet’in ilk dönemdeki dış politikasına dönük en kuvvetli eleştirilerinden birini içerdiği söylenebilir. Bu çerçevede ciddi bir değerlendirme ve tartışmayı da gerekli kılıyor. Hemen baştan vurgulayacağımız bir husus, bu değerlendirmenin adil bir bakışı yansıtması gereğidir.

Haberin Devamı

Öncelikle belirtmemiz gereken nokta, Menderes öncesi dönemi değerlendirirken, izlenen dış politikanın hangi küresel ve çevresel koşullar altında şekillendiğinin muhakkak göz önünde bulundurulması ihtiyacıdır. Çöken bir imparatorluğun ardından bir mucizeyi gerçekleştirerek verilen kurtuluş savaşıyla yokluklar, imkânsızlıklar içinden yaratılan bir Cumhuriyet ve onun bekasıdır söz konusu olan.

Bu dönemin bütün zorluklarına karşılık, dış politika alanında elde edilen sonuçların, kazanımların değeri azımsanamaz. Cumhuriyet’in kuruluş senedi olan Lozan Antlaşması’nın yanı sıra 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni nasıl unutabiliriz. Montrö’nün bugün Rusya-Ukrayna savaşında Karadeniz’de Türkiye’ye sağladığı koruyucu güvenceleri gördükçe, bu sözleşmenin müzakerecilerini hayırla anıyoruz.

Haberin Devamı

Keza, 1939 yılında Hatay’ın askeri seçeneğe başvurulmadan Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına dahil edilmiş olması da herhalde çok değerli bir kazanım olarak görülmelidir.

Yine bu dönemde ana hedef olarak barışçı bir dış politika izlenirken, 1934 yılında kurulan Balkan Antantı ve 1937 yılında kurulan Sadabad Paktı gibi ittifaklar da pekala dinamik bir dış politika anlayışının ifadesidir.

*

Söz konusu dönemin en hayati başarısı, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın dışında tutulmuş olmasıdır. Savaşan tarafların Türkiye’yi kendi yanlarına, savaşın içine çekebilmek amacıyla getirdikleri tekliflerine itibar edilmeyerek, savaşın büyük bir bölümünde izlenen denge politikasıyla tarafsız kalınması, o zor günlerde Türk insanına yapılabilecek en değerli hizmetti.

Haberin Devamı

Savaşın sona ermesinden sonra Sovyetler Birliği’nin toprak ve Boğazlar’la ilgili taleplerinin yarattığı baskıyı da bu dönemi değerlendirirken kuşkusuz hesaba katmalıyız.

*

Menderes devrine baktığımızda, daha atak bir dış politika izlenmekle birlikte, dış politikanın ana yörünge olarak ABD’ye yakınlık çizgisi üzerine oturtulduğunu vurgulamamız gerekir. 1950’li yıllar, ABD’ye doğru dürüst kaydı bile tutulmayan ikili anlaşmalarla neredeyse sınırsız üs imkanları tanındığı bir dönem olarak tarihe geçmiştir.

Yine bu yıllar Türkiye’nin üçüncü dünya ülkelerinin bir araya geldiği uluslararası forumlara, örneğin 1955 yılındaki Bandung Konferansı’na daha çok Batı dünyasının temsilcisi kimliğiyle çıktığı bir zaman kesitidir.

Türkiye, bu yıllarda dünyada yükselmekte olan bağımsızlık hareketlerine sırtını dönmüş, BM Genel Kurulu’nda Cezayir’in self-determinasyon hakkı konusunda 1958’de yapılan oylamada, çekimser kalarak Fransa’yı kollayan bir tutum sergilemiştir.

*

Özelikle 1960’lı yılların ilk yarısı, Küba Füze Bunalımı ve Johnson Mektubu gibi sarsıntılarla birlikte, Türk dış politikasına İsmet İnönü’den Süleyman Demirel’e uzanan bir çizgi içinde adım adım çok yönlülüğün yerleştiği bir dönem olmuştur.

Türkiye, 1960’lı yıllarda Sovyetler Birliği ile iyi komşuluk ilişkileri geliştirerek, kuzey komşusunun desteği ile bir dizi ağır sanayi projesi gerçekleştirmiş, benzer şekilde aşama aşama Arap dünyası ile de ilişkilerini iyileştirme yönüne gitmiştir.

Bu çok yönlü bakış çerçevesinde, NATO içinde kalmakla ve yüzü Batı’ya dönük olmakla birlikte, başka coğrafyalarda da ulusal çıkarların genişletilmeye çalışılması, Türkiye’nin dış politikasının önemli hedeflerinden biri olmuştur.

Özal’ın iktidara gelmesiyle birlikte, her alanda yaptığı gibi, giriştiği hamlelerle dış politikaya da belli bir hareketlilik getirdiği doğrudur. Türk ekonomisini dünyaya açtığı oranda, dış politikaya da bunu tamamlayacak, destekleyecek bir araç, zemin olarak bakmıştır.

Evet, Özal idarei maslahatçı olarak görülemez. Ancak zaman zaman çok riskli işlere kalkıştığı da bilinir. Örneğin, 1990 yılında Saddam Hüseyin’in Irak’ı işgali üzerine girişilen Birinci Körfez Savaşı öncesinde bir ara ABD ile Türkiye’nin Musul’a girmesine dönük bir arayışa yöneldiği bir sır değildir. Gelgelelim, ne kendi partisinin, ne güvenlik bürokrasinin ne de kamuoyunun desteğini alabilmiştir yanına bu tasavvurunda.

*

Her dönemin koşulları farklıdır ve her dönem kendi koşulları içinde değerlendirilmelidir. Bu, dış politikaya hakkaniyetli bir bakışın olmazsa olmazıdır. Ben geçmişteki bu dönemlere baktığımda, aslında adı geçen bütün aktörlerin hepsinin son tahlilde Türkiye’nin çıkarlarını korumayı, ilerletmeyi her şeyin üstünde tutan insanlar olduklarını düşünüyorum. Her biri bu çıkarların gözetilmesi için farklı hareket etmiş olabilir.

Bu adil bakışı geliştirmeye çalışırken, tutturulacak denge her birinin dış politika alanındaki artılarına odaklanan bir sentez yaratmamızdan geçiyor.

 O sentezde, çoğu sayısız cephede savaşmış Osmanlı kurmay subayları olan Cumhuriyet’in kurucularının sergiledikleri ihtiyatın, sağduyunun kuşkusuz kuvvetli bir yeri olmalıdır. Aynı sentez Özal’ın dinamizmi de muhakkak yaşatmalıdır.

Ancak unutmayalım ki, geleneksel ihtiyat çizgisinde hareket edilmiş olunsaydı, Suriye gibi krizlerde herhalde bugünkünden çok daha farklı bir tabloyu bulurduk karşımızda.

Galiba işin püf noktası, hepsinden önce geçmişe bakarken bütün artıları ve eksileriyle birlikte tarihimizle barışık olmaktan geçiyor.

Yazarın Tüm Yazıları