Paylaş
Yüksek yargının en önemli kurumlarından biri, temyiz organı olan Yargıtay’ın bir dairesi, ülkenin anayasa mahkemesinin bir kararını uygulamayacağını açıklarken, bununla da kalmayıp üyeleri hakkında da suç duyurusunda bulunuyor.
Üstelik, Anayasa’nın 153’üncü maddesinin hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak bir açıklık içinde “Anayasa Mahkemesi kararları kesindir. Kararlar Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme, yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar” hükmünü taşımasına rağmen, bu meydan okumayı yapabiliyor.
Yani “Beni bağlamaz...” demiş oluyor...
Bir başka deyişle, Anayasa’nın bağlayıcılık içeren bir hükmü bir yüksek yargı organı tarafından boşlukta bırakılmış oluyor.
* * *
Buradaki meydan okumanın Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal hukuk devleti kimliği açısından taşıdığı mahzurların uzun bir dökümü çıkartılabilir.
Anayasa’nın başlangıç bölümünde yer alan “Üstünlüğün ancak anayasa ve yasalarda bulunduğu” ifadesi bizler açısından en önemli yol gösterici ilkelerden biri olmalıdır.
Keza, Anayasa’nın ikinci maddesi Türkiye Cumhuriyeti’ni “bir hukuk devleti” olarak tanımlıyor. Hukuk devleti ilkesini hayata geçirmenin yolu öncelikle Anayasa’ya saygı göstermekten geçiyor.
* * *
Bu çerçevede başlıca mahzurlardan birincisi, AYM kararının bir yargı kurumu tarafından uygulanmamasının yarattığı emsalin tetikleyeceği olumsuzluklar, bu durumun sokaktaki vatandaşta, toplumda yol açacağı algıyla ilgilidir.
Çocukluktan itibaren iyi vatandaş olma bilincinin kurallara, yasalara saygılı davranmaktan geçtiği öğretilir. Yargıtay gibi bir kurum bir Anayasa hükmünü yerine getirmeyeceğini beyan ettiği zaman, toplumun geniş kesimleri yasalara uyma yükümlülükleri konusunda ne düşüneceklerdir?
Endişemiz, bu tür tavırların vatandaşları, muhtelif kurumları, tüzel kişilikleri de farklı durumlarda benzer bir şekilde hareket etmeye teşvik etmesinin önünü açmasıdır.
Buna paralel bir sakınca daha var. Bütün kamuoyu yoklamaları Türkiye’de yargıya, hukuk düzenine güvenin yüksek oranlarda seyretmediğini söylüyor. Yargıya güvenin zaten zayıfladığı bir ortamda, Yargıtay tarafından böyle bir hamlenin yapılmasının yol açtığı kargaşa görüntüsü buradaki güven sorunu daha da derinleştirmeyecek midir?
Üstelik ülkenin ciddi ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya olduğu, bu çerçevede dış finansman arayışı yönünde kuvvetli çabaların sarf edildiği bir dönemde, öncelikle hukuk güvencesi arayan yabancı yatırımcılara Türkiye’de hukuk düzeninin verdiği görüntü konusunda ne söylenecektir?
Listeyi uzatabiliriz.
* * *
Hukukçuların önemli bir bölümünün mutabık kaldıkları üzere, Yargıtay’ın Can Atalay kararına imza atan dokuz üye hakkındaki suç duyurusunun uygulanabilirliği tartışmalıdır.
Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu Hakkındaki Kanuna göre, mahkeme üyelerinin görevlerinden doğan suçlar hakkında soruşturma açılabilmesi AYM Genel Kurulu’nun kararına bağlıdır. Yani, suç duyurusunu işleme koyacak olan bizzat AYM Genel Kurulu’dur.
Genel Kurul, en az 11 üyenin katılımıyla açılabiliyor ve açıldığı takdirde salt çoğunlukla karar alabiliyor. AYM’nin Can Atalay kararında toplam 15 üyeden 9’u kararı desteklemiş, 5’i muhalif kalmış, bir üye de mazereti olduğu için toplantıda hazır bulunamamıştır.
Mahkemenin bütün üyelerinin katıldığını varsaydığımızda bile genel kuruldan soruşturma açılması yönünde bir karar çıkabilmesi mümkün görünmüyor. Çünkü bu takdirde karar yeterlik sayısı için 8 lehte oy gerekecektir. Oysa AYM’de Atalay kararının lehinde oy kullanan üye sayısı bu eşiğin üstündedir.
AYM üyelerinin soruşturmaya onay verdikleri bir senaryoda bile, yasa gereği yargılamanın yine genel kurulda yapılması, yani üyelerin kendi kendilerini yargılamaları gibi bir durum yaşanacaktır.
Yargıtay 3’üncü Ceza Dairesi’nin üyelerinin hamlelerini yaparken bu muhtemel sonucu bilmemeleri düşünülemez. O zaman hangi saikle bu adımın atıldığı sorusu üzerinde kafa yormak gerekmiyor mu?
* * *
Meselenin sıkıntılı bir yönüne daha değinelim. AYM kararı, Yargıtay’ın İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Gezi Davası’nda verdiği mahkûmiyetler hakkındaki nihai kararıyla ilgili değildir. Zaten Yargıtay’ın kararıyla Gezi Davası sanıkları üzerindeki hükümler kesinleşmiş, bazı sanıklar beraat ederken, diğerlerinin hapis cezaları kalıcılık kazanmıştır.
Son krizde kopan bütün gürültü, sanıklardan yalnızca biri ile ilgilidir. Ayrıca, dosyanın içeriği değil, mahkumiyeti Yargıtay’da kesinleşmeden önce milletvekili seçilmiş olan Can Atalay’ın dokunulmazlık kazanıp kazanamayacağı sorusunu konu almaktadır.
Anayasa’nın 83’üncü maddesi, bu durumdaki milletvekillerinin dokunulmazlık kazanacaklarını, ancak Anayasa’nın 14’üncü maddesinde atıf yapılan devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğünü bozma ve demokratik Cumhuriyet’i ortadan kaldırma suçlarının bunun kapsamı dışında kaldığını belirtiyor. Gelgelelim aynı madde söz konusu suçlarla ilgili yaptırımların ayrı bir yasayla belirleneceğini de kaydediyor.
Anayasa’nın öngördüğü bu yasa çıkarılmamıştır. AYM de daha önce benzer durumda olan milletvekillerinin başvurularında yasa çıkarılmadığı için bu suçların mahkemelerin yorumuyla tespit edilmesinin “hukuki belirlilik ilkesi”ne aykırı olduğunu belirterek, ihlal vermiştir. AYM, eğer dokunulmazlığı kaldıran suçların hangileri olduğu yorumlanacaksa, Anayasa maddelerini nihai yorumlama yetkisinin de kendisinde bulunduğunu vurgulamıştır.
AYM’nin son Can Atalay kararı, bu yönüyle yerleşik içtihadıyla uyumludur. Daha önce AYM’den benzer içerikte kararlar çıktığında, bu kararlar kriz çıkmadan uygulamaya konurken, aynı konunun neden bu kez kriz yarattığı sorusu meselenin bir diğer düşündürücü boyutudur.
* * *
AYM’ye bireysel başvuru, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının en büyük kazanımlarından biridir. Yürütme ve yargı organlarının, idarenin tasarrufları karşısında vatandaşa tanınmış olan çok değerli bir güvencedir. AYM’nin verdiği her hak ihlali kararı, genellikle bir yargı kurumun ya da devlet idaresinin tasarrufuyla ilgilidir.
Bireysel başvuruların ihlalle sonuçlanması her seferinde devlet kurumları açısından rahatsız edicidir. Çünkü bazen yargıya, bazen doğrudan idareye hata yaptığını, vatandaşın hakkını, hukukunu çiğnediğini söylemektedir bu kararlar. Ve uygulanmaları zorunludur, yaratılan haksızlığın düzeltilmesi bakımından.
Ne yazık ki ülkenin gündemini kaplamış olan son tartışma, bireysel başvuru mekanizmasının değerini de gölgelemektedir. Ortaya çıkan yöneliş geri çevrilemediği takdirde, AYM kararlarını tanımama eğilimi güçlenebilir. Bu durumda kaybeden, hakkı yenen, haksızlığa uğrayan vatandaşlar olacaktır.
* * *
Her halükârda karşımızda ciddi bir bunalım var. Zaten Türkiye’de hem siyaset hem de kurumlar düzeyinde uzlaşı geleneği güçlü olmadığından, her mesele bir krize dönüşme potansiyeli taşıyabiliyor.
Aslında işlerin bu noktaya gelmesi pekala önlenebilirdi ve bunun için sihirli bir formül de gerekmiyordu. AYM, bu konudaki içtihadında uzun bir zamandır yasamanın Anayasa’nın 14’üncü maddesinde belirtilen dokunulmazlığı kaldıracak suçları tanımlamak için ayrı bir yasa çıkartılması gereğini vurgulamaktaydı. Bu ihtiyacı karşılayan bir yasa TBMM’de çıkartılmış olsaydı, zaten AYM’nin bu boşluğu yorum yoluyla doldurmasına gerek kalmayacaktı.
Zararından neresinden dönülse kârdır. Bu noktada öncelikle AYM kararının uygulanıp, ardından TBMM’den bu yasal boşluğu giderecek bir düzenlemenin ivedilikle geçirilmesi en azından benzer krizlerin önümüzdeki dönemde tekrarını önlenebilir.
Sonuçta erklerin görevlerini zamanında yerine getirmemeleri bu gibi krizlere de davetiye çıkartmış oluyor.
* * *
Çok yakın bir zamanda Cumhuriyet’in 100’üncü yıldönümünü kutladık. Cumhuriyet’in kazanımları arasında, göreceli olarak hukuk alanında önemli bir altyapının, kurumların ortaya çıkartılmış olmasını da saymak gerekir; her zaman ideal bir şekilde işlemiş olmasalar da...
Oysa tanıklık ettiğimiz kriz Cumhuriyet’in 100’üncü yıldönümünde hukuk alanında oldukça üzücü bir noktaya geldiğimize işaret ediyor.
Paylaş