Paylaş
Örneğin bu dava ekseninde, İran’ın, ABD’nin kendisine karşı uyguladığı bir ambargoyu komşu Türkiye’de kurabildiği bir mekanizma üzerinden nasıl baypas edebildiğini, bir devlet olarak kendi çıkarlarını gözetmekte ne kadar mahir olduğunu görüyoruz.
Bir diğer düzlemde, bu mekanizma kurulurken Türkiye’deki sistemin ne kadar istismara ve yolsuzluğa açık olduğunu ve Reza Zarrab gibi bir sahtekârın kısa zamanda ve kolaylıkla muteber şahsiyet statüsüne terfi edebilip, bu “açıklığı” nasıl kullanabildiğini izliyoruz.
Başka bir kesitte beliren görüntüde çok daha problemli bir durum var. O da, bir rüşvet çarkının bütün çıplaklığıyla gün ışığına çıkmış olmasına ve bu çarkın bünye içinde yayılma istidadı gösteren çürük bir dokunun varlığını göstermesine karşılık, bu teşhis karşısında sergilenen kayıtsızlıktır.
*
ABD’nin tek taraflı uyguladığı bir ambargo mutlak bağlayıcılığı olan, harfiyen uygulanması gereken bir buyruk gibi görülemez. Türkiye, her zaman ABD ile olan müttefiklik ilişkisi ile İran’la olan komşuluk ilişkisinin gerekleri arasında bir denge bulmak durumundadır.
Gelgelelim, ülke çıkarlarının dayatabileceği bir gereklilik, birtakım siyasilerin, kamu görevlilerinin rüşvet çarkı işleterek haksız yoldan zenginleşmeleri, köşeyi dönmeleri için bir fırsat olarak kullanılamaz.
Bu bağlamda New York’taki mahkemede ortaya çıkan önemli bir sonuç şudur: Daha önce kâğıt üstünde ve başka delillerle gösterilmiş olan bir rüşvet çarkı, bu kez bizzat sistemi kuran ve işleten kişi olarak Reza Zarrab’ın beyanlarıyla da teyit edilmiştir. Buradaki örtüşme, söz konusu rüşvet çarkını artık hem Türkiye hem de bütün dünyanın gözünde inkâr edilemeyecek bir olgu haline getirmektedir.
*
Şimdi Türkiye’nin üzerinde asılı duran soru, bu gerçek karşısında ne yapacağıdır.
Türkiye’de hiçbir şey yapılmadığı ve hiçbir şey olmamış gibi davranıldığı takdirde, bu hareketsizliğin yol açacağı bir dizi sonuç var. Birincisi, rüşvetin ülkedeki yerleşik sistem ve yargı tarafından yaptırıma uğramadığı bir ülke algısının yerleşecek olmasıdır. Türkiye, rüşvetin kurumsallaşmış olduğu bazı üçüncü dünya ülkeleriyle aynı lige düşürülemez.
Ülkenin kurumları hareketsiz kalırken, toplumun hatırı sayılır bir kesiminin buradaki sorunu mesele etmeyerek sistemin kayıtsızlığına onay vermesi sorunun bir diğer düşündürücü boyutudur.
Bu noktada dış dünyanın ne dediği belki de en son kaygılanmamamız gereken meseledir. Asıl kaygılanmamız gereken, kendi toplumsal değerler dokumuzun uğradığı erozyon olmalıdır. Rüşvet karşısında cezasızlık kültürünün yaygınlaşmasının özellikle genç kuşaklar açısından yaratacağı olumsuz sonuçlar üzerinde biraz kafa yormamız gerekiyor. Rüşvet verenlerin, rüşvet alanların ellerini kollarını sallayarak ortalıkta dolaştığına tanıklık etmek, bu ülkenin geleceğinde söz sahibi olacak kuşaklar açısından çok kötü bir emsal yaratacaktır.
*
Rüşvetin kötü bir şey olduğu Türkiye’de genel kabul gören çok temel bir ahlak normuydu. Çocuklar, gençler bu ahlak kriterinin belirleyici olduğu bir toplumsal ortama gözlerini açarak büyürler, gelişimleri böyle bir toplumsal kültürün değerlerinin özümsenmesi, içselleştirilmesiyle şekillenirdi.
O zaman rüşvet karşısında kayıtsızlığın kabul görmeye başlamasının bize söyleyeceği tek şey, toplumsal değerlerin başkalaşmakta olduğu gerçeğidir. Bir ülkede toplumun bir kesiminin rüşveti tepki göstermeyi gerektirmeyen bir davranış olarak değerlendirmeye başlaması, olsa olsa o ülkedeki değerlerin irtifa kaybetmekte oluşunu gösterir.
Kuvvetli bir millet olmak için sadece aynı bayrağa sahip çıkmak, heyecan duyarak aynı milli marşı okumak, tasada kıvançta ortak olmak yeterli değil. Bu hedef için bazı toplumsal değerlerin oluşturduğu ortak paydalarda da buluşabilmek gerekiyor.
Bu yönüyle Reza Zarrab dosyasından çıkan rüşvet gerçekleri karşısında nasıl bir hareket tarzı izleneceği Türkiye’nin bundan sonraki yolculuğunda hangi değerleri referans alacağını görmek açısından da yol gösterici olacaktır.
SON 24 SAATTE YAŞANANLAR
Paylaş