Paylaş
Nişantaşı’nda kameralara yakalanan Aleyna Tilki, “Sevgililer Günü’nü nasıl geçireceksiniz?” sorusuna “Ben ve ben olacağız” diye cevap verdi. N’apsın kızcağız? Sevgili bu, sorulunca cebinden çıkarıp gösteremezsin ki. Yoksa yok işte...
Bir Sevgililer Günü’nü daha atlattık, kurtulduk. İlişkisi olanlar, birini bulmuş olmanın verdiği “haklı bencillik”le sevgilisini ve mutluluğunu sergiledi, biz de elimizde telefon, kaydır kaydır seyrettik.
Yetmiyormuş gibi ideal çift seçmeleri yapıldı, Burak Özçivit-Fahriye Evcen’cilerle Kaan Yıldırım-Hadise’ciler ikiye bölünüp birbirine girdi. Elimde istatistik yok ama bu tür şeylerle uğraşanların çoğu da sevgilisi olmayanlardı bence.
Aynı gün Hürriyet Pazar’da Melis Çalapkulu’nun çok ilginç bir araştırması yer aldı.
Çalapkulu, çiftler ve uzmanlarla konuşarak “Pandemi ilişkilerimizi nasıl etkiledi?” sorusunun peşine düşmüş.
Kimse çaktırmıyor ama en zor 14 Şubat’lardan birini yaşamışız.
Karantinayı ilişkisi için avantaja çevirenler de var elbette ama çoğunluk ya ayrı düşmekten ya da çok dip dibe olmaktan şikâyetçi.
Özel alan yetersizliği gibi sebeplerden 40 yıllık evlilikler bile çatırdamaya başlamış.
Yazının yalnızları ilgilendiren kısmı daha ilginç. Bir 14 Şubat’ı daha tek tabanca veda etmenin “haklı bencilliği”yle toplumun geri kalanını bırakıp ilgimi bu kısımda topladım.
İlişkisi olmayanların bu süreçte biriyle tanışmak için tek yolu, ‘online dating’ uygulamaları olmuş.
Ama dijital ortamda kurulan iletişim, işleri zorlaştırabiliyormuş.
Bu uygulamalar sayısız potansiyel partner sunduğu için içlerinden birini seçmek daha da zor hale geliyor, “seçim felci” denilen durum ortaya çıkıyormuş.
Ben felç melç geçirmem, hepsini bir güzel seçerim de çok utanıyorum bu çöpçatan uygulamalarından.
Fotoğraf falan da koyuyorsunuz ya, ödüm kopuyor tanıdık biri görür de rezil olurum diye. Zaten benim tanıdıklarım da normal değil ki...
Sahte fotoğrafla kafaya almaya kalkar, sırf eğlence olsun diye yazdıklarımı ifşa eder falan...
Kendim yapabileceğim için karşımdakinden de bekliyorum tabii.
İşin ucunda “DM’den yürüyen futbolcu” gibi kırmızı kart almak da var. Halbuki ne var bunda? Ha bir bara ya da partiye gidip biriyle tanışmışsın, ha sosyal ortamlarda...
Dur bakalım... Madem pandemide tek yol bu kalmış... Kim bilir?
Keşke linçten korktuğun kadar
virüsten de korksaydın
“Linç etmeyin” dedi.
“Belki konser falan alırım” dedi, gitti.
Konser bağlasa duyardık.
Demet Akalın, Uludağ’da karı-koca korona kapıp döndüğüyle kaldı.
Meğer farkında olmadan hastalığı taşıyan insanlarla aynı kapalı ortamda bulunmuşlar. Neyse ki her ikisi de ayakta atlatıyor, ciddi bir durum yok.
Peki olabilir miydi?
Tabii ki. Kim garanti ediyor hafif geçireceğini? Yoğun bakımlık, entübelik olmayacaklarını?
Yahut o esnada bulaştırdığı başka birinin o hale gelmeyeceğini?
Zaten hastalanmış çiftin üzerine gitmek olmaz şimdi ama...
Keşke linçten korktuğun kadar virüsten de korksaydın demeden de edemiyor insan.
Gelmiş geçmiş
en büyük influencer
“Influencer” kelimesine Türkçe bir şey bulamadık gitti. Bulunanlar da tutmuyor. Aslında “ilham veren” anlamına geliyor ama o da tam oturmuyor.
Influencer olan kişinin hem önemli bir kitle tarafından takip edilmesi hem de takipçilerini etkileyip yönlendirebilmesi gerekiyor.
Bu tanıma bugün en çok uyan insan Elon Musk bence. Adam bir tweet atıyor, Bitcoin katlanıyor; bir tane daha atıyor Dogecoin gömülüyor.
Tek bir tweet’iyle milyarlarca dolar hop diye el değiştiriyor.
Yok efendim Danla post koymuş da aynı üründen 300 tane satılmış, yok Enes story atmış da otele rezervasyon yağmışmış...
Geçiniz.
Paris’ten Delhi’ye kadar
Sosyal medyada “karın en güzel yağdığı şehir” paylaşımları var. Kimse kusura bakmasın ama karın da, yağmurun da, güneşin de, lodosun da, gündoğumunun da, günbatımının da en çok yakıştığı tek şehir var: İstanbul.
Paris’ten Delhi’ye kadar bütün o saydıklarınız, onun nahiyeleri.
Paylaş