Paylaş
ONLARIN adını çok duymazsınız. Ortalıkta pek görünmezler. Az konuşur, çok çalışırlar. Üretirler. Ortaya kalıcı güzel şeyler çıkarırlar.
Her güzelliğin içinde saklı uzun bir hikaye vardır. O hikaye maddi, manevi özveriye dairdir. Emek vardır. Özen vardır. En önemlisi kararlılık ve sabır vardır.
O kahramanlar alkış falan beklemezler, ama ben böyle bir hikaye duyduğumda içimden “helal olsun, emeğinize sağlık” der, bir şekilde teşekkür etmeye çalışırım.
Geçenlerde Doçent Dr. Levent Köstem’den gelen bir mail böyle bir kahramana dairdi işte. Bilmiyorum haberiniz var mı, ama artroskopi ve diz cerrahisinde tanınmış bir hekim olan sevgili Köstem, Urla’da bir Zeytinyağı Müzesi kurma çabası içinde. Müze ve zeytin sözcükleri yan yana çok güzel duruyor. Sevgili Levent’e de çok yakışıyor.
18 dönüm içinde yaklaşık 4.500 m2 kapalı alanı olacak müzenin. Levent Köstem, bloğunda müzenin ortaya çıkmasında büyük katkıları olan emekli öğretmen Ali Ertan İplikçi’den sitayişle bahsediyor. “Urla’da başıma gelen en güzel şeylerden biri Ertan Bey’le tanışmak” diyor.
Projeci ve inatçı bir doktor... Konuya hakim idealist bir emekli öğretmen... Diğer katkı koyanlar... Ekip sağlam yani... Ne güzel... Müzenin açılış gününü merakla bekliyoruz. O zamana kadar da kolaylıklar diliyoruz. El veren herkese tek tek teşekkür ediyoruz...
Oyum bilişimden yana
Geçenlerde bir toplantıda İzmir Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı Ekrem Demirtaş, Türkiye’nin bir süredir düşlediği otomobilin İzmir’de yapılması önerisini dile getirmiş. “İzmir’de akü var, disk var, balata var. Neden burada kendi otomobilimizi üretmeyelim? İzmir’den Türk otomobil markası çıkmalıdır” demiş.
Kulağa hoş gelse de pratikte pek kolay karşılık bulacak bir yaklaşım gibi gelmedi bana. Zaten “Türkiye’nin otomobili” fikri bugünün aşırı rekabetçi küresel piyasalarda ne kadar geçerli, o da tartışmalı. Oturmuş otomobil şirketlerinden pay kapabilecek misiniz? Ölçek ekonomisi boyutuna çıkabilecek misiniz? Balata, akü üretiyor olmak, otomobil imalatı için avantaj getirse de yeterli olacak mı?
Bu soruları neden soruyoruz. Sermayemiz kıt çünkü. Büyüyebilmek için ya cari açık, ya bütçe açığı veriyoruz. Günde yaklaşık 100 milyon dolar da faiz ödüyoruz. O zaman yatırım yaparken akılcı davranmak, ince eleyip sık dokumak durumundayız. Otomobil sevdamızı anlıyorum da biraz geç kalmış değil miyiz?
Mesela İzmir’in bilişim merkezi olması hedefi bu açıdan çok daha gerçekçi, çok daha anlamlı görünüyor. Bilişim veri saklamaktan call centerlara kadar pek çok fırsatlar vadeden bir alan. Yeni yeni gelişiyor. Burada iklim, işgücü, coğrafi konum, işyeri kiralarına kadar İzmir’in rekabet avantajları olabilir.
Kent olarak ortaya ortak bir irade koymak şartıyla tabii...
Hayatın gerçekleri
Saflar sıklaşıyor, netleşiyor. Ateşe su damlası taşıyan karınca misali, gücünüzün yetmeyeceğini bilseniz bile hangi tarafta olduğunuzu göstermelisiniz bu zamanda.
Örneğin; ben kafalarında Suriye’ye savaş açmış olanları gördükçe dehşete kapılıyorum. Biz “barışçılar” saf, romantik, reel politikten kopuk biliniriz. Meğer savaş çığırtkanları hepten safmış.
Suriye’ye bakıp sadece Suriye’yi görüyorlar belli ki. Şam’a dikmişler gözlerini. Nasıl kolaycı bir bakış açısıysa artık bu?
Savaşın öngörülebilen bütün pislikleri, çirkinlikleri ve tahribatı bir yana savaşın bir de “matruşka” yüzü var. Başka başka savaşlar çıkar içinden. Hele böyle bir bölgede... Bu zamanda. Suriye’ye bakınca Irak’ı, Rusya’yı, İran’ı, Çin’i, Ürdün’ü, İsrail’i hatta Suudileri görmüyorsanız bakışınız eksiktir.
Tabii, bir de enerjinizin yüzde kaçının doğal gaza dayalı olduğunu ve bunu kimlerden aldığınızı hatırlamanız güç dengelerini iyi tartmak açısından önemli. Hayatın gerçekleri bunlar!
Geçen haftalarda “Bilinmeyen gerçeklerden” güzel bir tivit geldi:
Dünyanın en kısa korku hikayesi sadece iki cümledir. “Dünyadaki son insan odada tek başına oturuyordu. Kapı çalındı.”
Paylaş