Paylaş
Necati Eker – Yalova’da bir tersanede gemi inşaatı mühendisi. Şair ve fotoğrafçı… Sohbeti keyifli insanlardan…
“Liseyi İzmir’de okudum. Ergenlik sancılı süreç… Doksanlı yılların ikinci yarısı…
İzmir’in koynunda olmak şans mı bilemem; ancak sonrasında üniversiteyi Sürmene’de okumak ve ailemin İzmir’den başka şehre taşınması, gözümde İzmir’i mükemmel şehir yaptı.
Sadece bu değil tabii, eksi on sekizli yaşların gereği, hayatımdaki ilkler bu şehre denk geliyor: İlk aşk, ilk yudum, ilk duman, seveceğim yazarların keşfi, ilk şiir, şiirimin ilk defa bir dergide yayımlanması, yıllarca dinleyeceğim müzik gruplarını keşif, ilk iş-ilk kazanç…
İzmir biraz da onlarca heyecan verici hadiseyi yaşadığım şehir olduğu için zihnimde “yaşanılası şehir” olarak sabit.
Üniversite bitti, askerlik denizi olmayan bir şehirde bitti. İşim gereği İstanbul'da yaşamaya başladım. Artık istediğim müzisyenin konserine, istediğim yönetmenin filmine gidebilecektim.
İzmir iyi hoş ama kültürel etkinlikler bakımından bir İstanbul değil. Zaten ilk aşk kayıp, yıllar sonra da çoluğa çocuğa karışacak. En yakın dostlar yurt dışına göçmüş.
İzmir orda. Ona yüklediğim anlamların hiçbiri içinde değil. Yine de her sene, senelik iznimin bir bölümünde beni kendine çekiyor. Beni kendine çekmek için yeniliyor sanki kendini ya da ben yeniliyorum kendimi, kaybetmemek için İzmir'i. Yeni dostluklar kuruyorum. Tesadüf, İzmir'de yaşıyorlar...
İzmir'de balıklar var. Akvaryum balıkları. Gece kafamı yastığa koyduğumda havada yüzüyor hepsi... Ben o balıkları tekrar görmeyi umut ediyorum hep...”
Ali İhsan Özeren – Şair. Dünyaya bakışını kendime yakın bulduğum insanlardan. İnşallah ileride Urla’ya taşınacak.
“İlk, çıkılacak kızların ayrı, evlenilecekler kızların ayrı olduğu bir şehirdi İzmir. Ege’nin sahilinden derinlerindeki kasabalarına yolu düşen havalı, yaz delikanlıları böyle anlatırdı bizlere… Sonra devrimci bıyıklı, yeşil parkalı ağabeyler geldi oradan; ciddi olanlarından ürküp, kahkaha atanlarını sevdiğimiz…
Ben üniversite için asla düşünmedim ama İzmir’i. Babamın ya da annemin her hafta sonu beni memlekete çağıracağından korktum en çok. Hem, neşemin üzerinde güzel dursa da hüznümün üzerinde eğreti duran bir havailiği, hoppalığı vardı İzmir’in.
Oysa rahatlık ve miskinlikten imal edilmiş benim gibi birinin sonunda gelip İzmir’e yerleşmesi gerekiyormuş meğer. Bir tatil arası Denizli Adliyesi’nde dilekçe verirken, dilekçemi havale eden hakimin, üstümdeki solgun tişört-şort ve ayaklarımdaki tokyo terliklere bakarak, “İzmirli misiniz avukat bey?” diye soruşunu asla unutamam çünkü…
Bazen, Kordon’da, Venezia’da, Şubat ortasından sonra parlayan her güneşin altında, omzumdaki paltodan başlayarak ısınırken; çoğu zaman da 3G’de, saat on beş, on altı sularında başlayan imbata yakalarımızı açarak kâh Latif abiyle, kâh Devo'yla muhabbet ederken yuvarladığımız buz gibi biralar…
İzmir mi?
Ümitleri, hırsları, öfkeleri o kısa ve sıska bedenine sığmayan iç egeli bir delikanlıdan şimdi pelte gibi yumuşak, göbekli ve hafif meşrep bir yetişkin yaratmış o kenti seviyorum ben…
Ve elimdeki teri göğsüme damlayan bira bardağını İzmir’in şerefine kaldırıyorum…”
Necati İzmir’in çekim gücünden söz etmiş. O kadar çok kimse söylüyor ki bunu.
Ali İhsan da İzmir’in dönüştürme becerisini vurgulamış. Evet, İzmir’in yatıştırıcı bir etkisi var.
Paylaş