Paylaş
Bu ülkenin yaşadığı en büyük travmalarından biridir 12 Eylül. Üzerinden otuz küsur yıl geçmiş olmasına rağmen hala bazen ruhen bazen güncel biçimlerde çıkar karşımıza.
12 Eylül dönemiyle ilgili yeteri kadar yazılıp çizilmediğini, yeterince film çevrilmediğini, o dönemle hakkıyla hesaplaşılmadığını düşünenlerdenim. Çok daha fazlası dışa vurulmalıydı.
Ancak o dönemin olumsuzluklarını bire bir yaşamış olanlardan bile sessiz kalmayı tercih edenler oldu. Unutmak istercesine…
Kenan Evren’in ölümüyle beraber 12 Eylül bir kez daha hatırlandı. Olayı hala daha asayiş boyutunda görüp “terör bitti ama…” kolaycılığına kaçanlar olduğunu gördüm. Şaşırmadım ancak irkildim.
O dönemin mağdurlarından değilim. Ama 12 Eylül sabahı “oh” çekenlerden de değilim. Zira arkasından ne geleceğini tahmin etmek zor değildi.
Mağdurlardan bir lise arkadaşımı aradım. Dedim ki herkes konuşuyor, ben senin hikayeni zaman zaman dinledim, bu kez yazmanı istiyorum. Yaz ki bugüne bir not düşmüş olalım.
O da sağolsun aşağıdaki etkileyici metni gönderdi. Hiçbir değişiklik yapmadan alıyorum buraya.
Büyük anlatılardan çok küçük hikayelerin gücüne inanıyorum. Hakikat küçük hikayelerde gizli!
“Yaşam onu her koşulda her gün yeniden üretebilenleri donanımlı ve var kılıyor “.
1981 yılı sonuydu, Mamak soğuk bir kışa girmişti. Sanki demir parmaklıklar bile büzüşmüştü soğuktan. Kenan Evren’ in konuşmaları her gün en az 10 kez hoparlörlerden dinletiliyor.
Emniyette 3 ayı bulan sorgu ve işkencelerden kurtularak kapağı cezaevine attığınızı düşünürken, daha sistematik ve yok etmeye dönük bir işkence evine düştüğünüzü anlıyordunuz.
Daha Mamak Cezaevi girişinde dört tarafı açık, “Kafes” dedikleri demir parmaklıklı yere konuluyor ve kurban etme töreni gibi “Vahşi Bir Ritüelle” erlerin naraları ve copları altında sabahı zor ediyordunuz. Askerlerin arasına sizi atınca, linçe varan bu karşılama, cezaevini özetliyordu.
Henüz Askeri Cuntaya – Faşizme karşı direniş kırılmamıştı. Cezaevinde sayımız azdı. 1981 Şubat’ında ilk dava açılmıştı. 70 kişilik davada ben de idamı istenen 20 kişiden biri olmuştum.
Suçum ODTÜ’ de yapılan yasal seçimlerle öğrenci temsilcisi olmaktı. Mamak’ta İlk yılımı A Blok da tecrit -2 önde, 4 m2 kadar, ranza ve tuvaletin bulunduğu hücrelerden birinde geçirmiştim.
Emniyette 3 ay süren işkenceli sorgulardan sağ kurtulanlar onar yüzer Mamak Cezaevine getirildikçe hücrelerde 3 Kişi, 80 m2lik koğuşlarda da 70 kişi kalır hale gelmiştik.
Ne olduysa beni hücreden alıp koğuşa verdiler. Arkadaş bulacağı düşüncesiyle insan çok mutlu oluyor bu durumdan.
10m - 12 m ölçüde koğuşta, 25 kadar ranza birbirine bitişik duruyor. Küçük bir orta boşluk ve tuvaletler, bulaşık yıkanan yer de bu ölçüye sığıyordu. 50 kişi solcu ise 20 kişi de sağcıydı.
Yoğun dayak ve baskılar insanları sinirli ve bencil yapmıştı. Bir yatakta 2 kişi yatıyor olmak. Sınırlı sürede su verip kesmeleri… Banyoda, tuvalette öylece kalıvermek… Kaynar suyu verip soğuk suyu kesmek… Sistematik işkencelerden bazılarıydı…
Bulaşık solcular arasında sıra ile yapılıyor ama kaytaranlar olduğu için adaletsizlik oluyordu. Sağcılarda hep aynı ve küçük yaştakiler yıkıyordu bulaşıkları.
Peki, ne yapmalıydı da neşe getirmeliydi koğuşa?
Önce 3 öğün sıraya bakmadan hep bulaşık yıkamaya gönüllü oldum. Ayrı bölme olan bulaşıkhaneden, birkaç gün sonra espriler kahkahalar gelmeye başlayınca hiç nöbete ve sıraya bakmadan “sohbetin neşesini paylaşmak” için, “sen bırak ben bulaşıkları yıkayacağıma” döndü iş.
Daha sonra bu sohbetlerde bir Tiyatro oyunu yazmaya ve Bayramda koğuşta gizlice oynamaya karar verdik. Tuzluçayır’dan halktan bir genç devrimci, bulaşıktan sonra prova yaparken, doğaçlama oyunu kaleme aldı.
Kadın rolünü de Piyangotepe’den orta yaşlı birine verdik. Bu Tuzluçayır’lı arkadaş 1989 yılında tahliye oldu. Dışarıda öykü kitapları yazmaya başladı.
Moraller yavaş yavaş yerine geliyordu. Satranç oynamalıydım. Oynamalıydık.
Beyinlerimiz ve ruhumuz işkencenin içinde ancak böylelikle “sağlıklı” hale gelebilirdi. Ama bırakın satrancı o dönem içeriye gazete – kitap alınması yasaktı.
Tek kağıt süt kaplarıydı. “Hacı” adında Altındağ gecekondu semtinden bir kalorifer tesisat işçisine (O da idamdan yargılanıyordu) “Hacı satranç oynar mısın?” dedim. “Çok severim” dedi.
O zaman UHT süt kaplarını açarak, bütün satranç taşlarını kestik. Bir süt kolisinden – kartondan satranç tahtasını oluşturduk. Ancak gece 20:30’da sayım bitince oynayabilecek zaman bulabiliyorduk. Ancak bir oyun çıkarıyorduk yat saati olan 22:00 ye kadar.
Sonra bir yatak içine bu kağıttan satranç takımını saklıyorduk. Ve ağzını her gün tekrar tekrar dikiyorduk. 5 gün kadar oynadık. Çok keyif alıyorduk. Seyretmeye başlayanlar oldu.
6. gün sonunda gece sayım erkene alınmıştı. Ve koridorlardan gelen asker marşları biraz farklı tondaydı. Sanki bir saldırı hazırlığı vardı. Doğrudan 5. koğuştan bizden başladılar. Naralar atan askerler hepimizi koridora çıkardılar.
Sayım yapıldı. Nöbetçi komutan iki isim söyledi ve bir adım öne çıksın bunlar deyince Hacı ve ben anladık ki koğuştan biri satrancı ihbar etmişti.
Yan yanaydık, önümüze geldiler ve doğrudan satrancın yerini sordular. Yok deyince sıkı bir falakadan geçtik ikimiz. Biz “yokta direnince” bunu tüm koğuştakilere teröre dönüştürdüler. 30 dakika sonra koğuşa geri alındığımızda tüm yatakların yastıkların pamukları koğuşun ortasına boşaltılmıştı.
Satrancı bulmuşlardı. Çok kızmıştı herkes askerlerin yatakların altını üstüne getirmesine. 2 saat içerisinde tüm yataklarımızı toplayıp tekrar sayıma hazır hale gelmemizi istediler ve gittiler. Birkaç gün sonra satranç yapanların sayısı çok artmıştı.
En büyük kavga nedenlerinden biri de tek kişilik yatağa 2 solcunun sığmak zorunda olmasıydı. Yatarken, en küçük bir bahaneyle, “git öte” kavgası çıkıyordu. Ve ilişkiler yıpranıyordu.
Bir şeyler üretmeli ve kendimizi sağlıklı uğraşlarla yeniden ve yeniden yaşama bağlamalıydık.
Ben cesaret ederek görüşçümden 12 renkli kuru boya takımı ( 5 Adet) ve beyaz karton (15 Adet) istedim. Cezaevi idaresinden ne yapacağımı sordular: “Kartpostal çizip boyayacağım” dedim.
Önceden bayramda ailemize yazıp gönderebilmemiz için sattıkları kartpostallarla askerlere sattıkları aynıydı. “ Çıplak Şarkıcı” Kartpostallarıydı.
Gelen kartonları ve boya takımlarını ortak kullanarak şahane resimler ve kartpostallar ürettiler solcu arkadaşlar. Görüşçülerine bunları gönderdikçe ve hiç durmaksızın ürettikçe, hem görüşçülerinin yüzleri gülümsüyor hem de tutuklu arkadaşlar, birbirleriyle kavgayı gerginliği bırakarak, yarattıkları eserler üzerinden sanat ve fikir tartışması yapıyorlardı.
2 ay içinde koğuş sanat evine dönüşmüştü. Sürekli askeri eğitim ve dayaktan, marş söylemekten arta kalabilen zaman yalnızca topu topu iki saat kadardı. Ama insanlar ruhlarını ve yaratıcılıklarını kağıda dökerek, kendilerini ve yeteneklerini hiç olmadığı kadar fazla tanıyorlardı. Bu da hepimizi tek tek çok mutlu ediyordu.
Atışmalar, birbirleriyle olan gerginlikler gitmiş, yerine yaratıcı dayanışma ve bireysel mutluluk gelmişti koğuşa. Bundan sağcılar da nasiplerini almışlardı. Kuran okurken bile yan gözle bizlerin yaptıklarını izliyor ve iç geçiriyorlardı.
1984 yılı sonunda Mamak’ta ve tüm cezaevlerinde ağırlaşan işkence ve baskılar cezaevini yaşanmaz kılınca, ölüm oruçlarına kadar varacak olan açlık grevleri başlamıştı.
Açlık grevinde 45 güne ulaşmış tutuklu sayısı binleri bulmuştu. İnsanca yaşam direnişini, açlık grevini bıraktırmak için cezaevi idaresi ilk 30 güne kadar olan sürede türlü işkenceler uyguladı. Ama nafileydi, özgüveni ve yaratıcılıkları artmış grevcileri, ölüme yaklaşmalarına rağmen yıldıramadılar.
Ve gazete ve kitap serbestliği, havalandırma süresinin 5 dakikadan 15 dakikaya çıkarılması vb. bazı haklar elde edildi. Ortak karar ile grev sonlandırıldı.
1985 yılında tahliye olduktan sonra ilk işim makine mühendislik eğitimimi tamamlamak oldu. 18 ay er statüsünde askerlik sonrası iş hayatı başladı. Sakıncalılık nedeniyle zorunluluktan özel iş kurmamla beraber ortaya çok kısa sürede yetiştirdiğim onlarca Makine Mühendisi, üretken ve üretene pay veren bir mühendislik şirketi, teknoloji üretmek için kaynak ayıran istihdam yaratan bir KOBİ çıkmıştı.
İdamla yargılanmaktan, insan ve teknoloji üretmeye ulaşan bu süreçte, üretken paylaşımı ve kurumsal bir yapıya geçişi kısa sürede başarmıştım.
Sol ve sosyalistler yaşamı toplumla birlikte yeniden üretebildikleri oranda “Gelecek Olabilirler”. Çünkü geleceği kurmak bugünü üretmekten geçiyor.
Bugün sivil görünümlü diktaya karşı oluşan “Gezi” direnişi, yaşamı yeniden ve her gün üretebilmeye en güzel örnektir sanıyorum.
12 Eylül askeri faşist rejimine başka bir bakış açısıyla bakınca, yönetenler istemese de ülkemizin kazanımları burada yatıyor.
Paylaş