FERHAT Göçer televizyonda yanık bir sesle “Yemen Türküsü”nü söylüyordu:
“Burası Huş’tur, yolu yokuştur/Giden gelmiyor, acep ne iştir?”
O sırada Lütfü Akdoğan’ın “Krallar ve Başbakanlarla 50 Yıl” adlı kitabının ikinci cildini okuyordum. Lütfü Akdoğan, 1960’lı, 1970’li yılların deneyimli gazetecilerindendir. Mısır’ın ünlü Devlet Başkanı Nasır’dan, Yugoslavya’nın efsane Devlet Başkanı Tito’ya kadar, tanımadığı, görüşmediği devlet başkanı kalmamıştır. Akdoğan’ın meslek anılarını yazdığı kitapta “Yemen gezisi” bölümünü okurken, o uzak diyarlarda hâlâ Türk izlerinin, şehitlerimizin mezarlarının olduğunu düşünüyordum... Aynı anda, hüzünlü güzelliğini yıllardır koruyan ünlü “Yemen Türküsü”nün televizyonda söylenmesi ilginç bir tesadüftü: “Şu Yemen’e giden sular akmıyor/Cerrah gelip yaramıza bakmıyor/Yiğitlerin hiçbirisi kalkmıyor/Yemen çöllerinde kaldım Allah’ım!” * * * Lütfü Akdoğan anlatıyor: “Yemen’i geziyorum dağ, bayır, ova... Bazen aşırı sıcak, bazen aşırı bir soğukla karşılaşıyorum. Yol diye bir şey yok. Her dağın zirvesinde bir köy. Her tepe bir aşirete bağlı ve aşiretlerin hepsi birbirine düşman. Ülkenin sahil bölümü denize sıfır. Yemen dağlarında savaş bitmiyor! Ölenlerle öldürenler aynı insanlar. İki taraf da Yemenli... Bazen aynı aşiretten oluyorlar. Ama esir alan Yemenli, esir aldığı Yemenliyi kırbaçlamaktan ve başını baltayla kesmekten hiç de geri kalmıyor.” * * * “Sana Kenti’nde kaldığım misafirhaneye giderken, etrafı daha dikkatli incelemeye başladım. Daracık sokaklar, herkesin böğründe bir kama, acayip çığlıklar, başı sarıklılar, sakalı bıyığı birbirine karışmış insanlar... Herkesin ağzında yumruk büyüklüğünde bir gat (Yemen’de yetiştirilen hafif uyuşturuculu bir bitki) sakız çiğner gibi çiğniyor. Çoğu insan uyuşmuş, sokaklarda yere uzanmış. Sana’da hırsızlık suçundan üç kişinin idam edilişine şahit oldum. Her birinin, evvela kafası baltayla kesildi, sonradan da bir ağaca asıldılar. Tam bir vahşetti. Şarkının dediği gibi: ‘Giden gelmiyor, acep ne iştir?’ İşte anlaşılan, sebep bu vahşetti. Medeniyet ışığı bu halkı ne zaman aydınlatırdı?” * * * “Hudeyde, Yemen’in en gelişmiş şehriydi. Hudeyde sahillerinden tepelere bakıldığında hepsi Osmanlı’dan kalma toplar, makineli tüfek yuvaları, cephanelikler görünüyordu ve ayrıca şehrin içinde çok sayıda mescit, cami, kışla ve mezar taşları vardı... İşte karşımda Manisalı Mehmet oğlu Süleyman, işte az ötede mezarı yarı açık harabeye dönüşmüş Mardinli Hüseyin oğlu Mustafa ve bunun gibi binlercesi... İstihkâmları, çakılı topları, mezarları ve mezar taşlarını, gözyaşları içinde öperek gezdim. Yürürken dikkat ediyordum, Osmanlı’dan kalma, Mehmetçiğimden kalma bir mezar taşına basmamak için adeta çırpınıyorum. Kokluyorum mezar taşlarını ve hüngür hüngür ağlıyorum. İçimde buruk bir acı, hüzün ve tarihe isyan eden bir duyguyla uçağa bindim... Ve aklıma o mezar taşları geldikçe, hep kan ağladım durdum. Tarihin kalıntıları bir türlü gözümün önünden gitmedi: ‘Eli Yemendir, gülü çemendir/Giden gelmiyor, acep nedendir?’”