Pakize Suda: Gel artık!


Pakize SUDA
Haberin Devamı

SİZ bu satırları okurken gelmiş olur belki de.

Gerçi hiç sanmıyorum ama...

Hiç bu kadar gecikmezdi. Bekletmezdi.

‘‘Nerede kaldı?’’ demeye fırsat kalmadan çıkar gelirdi.

Ama bu defa...

Her sabah umutla uyanıyorum.

‘‘İçimde bir his var, bugün gelecek’’ diyorum. Yataktan kalkmadan etrafı dinliyorum, ona ait bir ses duymaya çalışıyorum. Kapıyı çalacak değil ya, belki ben uykudayken gelivermiştir.

Yok.

Ne sesi, ne kokusu...

Anlamalıydım.

Gelmiş olsaydı, güneş bir başka süzülürdü perdenin arasından. Kediler bile böyle miskin miskin oturuyor olmazlardı.

Bugün de gelmeyecek.

Belki akşama doğru... Olamaz mı? Neden olmasın? Şart mı sabah gelmesi?

* * *

Endişem, zamanın daralıyor olması. Birkaç gün daha gecikirse iş işten geçmiş olacak.

Zaten kimbilir daha kaç defa görüşebileceğiz.

Bilmezmiş gibi dört gözle beklediğimi...

Yoksa ben mi ona gitseydim? Nerede olduğunu biliyorum nasıl olsa... Aniden çıkıverseydim karşısına.

Ama onunla bu şehirde İstanbul'da buluşmanın tadı başka.

Hadi artık, gel!

Gel ve içimi ısıt!

Ürperiyorum. Sarıp sarmala beni.

İki tarafına ağaçların sıralandığı yollarda yürüyüşlere çıkalım.

Boğaz'a doğru bir çay içelim.

Vapura da bineriz. Güvertede otururuz.

Bir bankta serçeleri seyrederiz. Gagalarıyla kendilerinden büyük dal parçasını taşımaya çalışmalarına güleriz.

* * *

Daha fazla yalvartma işte...

Hem bir lütuf değil ki gelişin. Hatta görev bile sayılabilir.

Gelmen gerekir, gelmelisin!

Her zaman geldin.

Yoksa gelmene engel olan bir şeyler mi var? Benim bilmediğim... Olur ya...

Aklıma kötü şeyler geliyor.

Yoksa...

Yoksa bundan sonra hiç mi gelmeyeceksin?

‘‘Her şeyin bir sonu var’’ derler.

Biliyorum var. Senin, her seferinde, geldikten bir süre sonra çekip gidişin gibi.

Ama bundan sonra hiç gelmeyecek olmanı düşünmek bile istemiyorum. Hayatın bir anlamı kalmaz, inan.

* * *

Saat başı haberleri takip ediyorum.

Tanınmış olman dolayısıyla... Belki senden bir haber vardır diye.

Bazen bir iki kelime ediyorlar ama tatmin edici değil. Yani ne bir umut var geleceğine dair, ne artık beklemekten vazgeçmemi gerektirecek bir ipucu...

Yoksa, ‘‘yağmur duası’’ gibi, ‘‘bahar duası’’na mı çıkmalıydık?

Yoksa artık ilkbahar, yaz, sonbahar, kış çocukluğumuzda mı kaldı?

Evet, papatyalar, gelincikler açtı zamanı geldiğinde, erikle kiraz da manavdaki yerlerini aldılar. Kızlar dersen aylardan mayıs diye otomatiğe bağlanmış gibi açık ayakkabılarıyla askılı bluzlarını giydiler.

Lakin ben üşüyorum.

Yapraklar da üşüyor olmalılar ki habire titriyorlar.

Ve artık umudumu kaybetmeye başladım. Zira şunun şurasında iki gün kaldı. Cuma günü 1 Haziran. Yani yazın ilk günü.

İki gün için gelsen ne olur, gelmesen ne olur. Hem sana bir şey diyeyim mi, artık gelsen de sana ‘‘bahar’’ denmez.

Belli ki bu sene İstanbul'u pas geçtin. Dilerim bu satırların yayımlandığı gün yaz güneşiyle ısınıyor oluruz. Tabii onu da ayartmadıysan...

MIŞ-MUŞ

Tarkan, ‘‘Bana erkeğin de içi geçebilir’’ demiş.

Tarkan ‘‘Beni tanıyan kadın reddedemez’’ demiş.

Şu çocuğu birkaç gün rahat bırakın, bir düşünüp ne olduğuna karar versin.

*

Bahçeli, ‘‘Başbakanlık kısmetse olur’’ demiş.

Duyan kız istemeye gidiyorlar zannedecek.

*

Mehmet Keçeciler, ‘‘Derviş'e ilgi hayra alamet değil’’ demiş.

İlaveten, ‘‘Başımıza taş yağacak’’ da demiş mi?

*

Sarılarak uyumak tansiyon düşürüyormuş.

Sabah göz göze gelindiği andan itibaren tekrar yükselecek olduktan sonra.

Yazarın Tüm Yazıları