Paylaş
Bayram bitti, biraz önden biraz arkadan çekiştirerek büyüttüğümüz tatil hâlâ sürüyor. Siz nerelerde, neler yaptınız bilmem, ben bayram boyunca evdeydim.
Milletçe önemli bir sorunumuz var bizim, yıllardır her bayram bu sorunu dile getirir dururuz ama nafile; henüz bir çözüm bulamadık. Televizyondan izlediğim kadarıyla bu bayram da sorun tekrar ısıtılıp ortaya getirildi, ancak yine arpa boyu yol alınmadan bayram geldi geçti.
Hangi kanalı açsam, kâh stüdyodaki sanatçılara, kâh sokaktaki adama yıllardır sormaktan usanmadıkları o soruyu soruyorlardı, ‘‘Eski bayramlara ne oldu?’’ Ne olacak? Biraz zayıfladılar, Şeker Bayramı'nın adı üstünde şekeri yükseldi, Kurban Bayramı'nın da kolesterolü. Ayol bayram ne yapsın? Ne olduğunun farkında mı o? Ona anlam yükleyen biziz. ‘‘Bize ne oldu?’’ Esas soru bu.
Eski bayramlar sorulduğunda mangalda kül bırakmayanların kaç tanesi bir tepsi kalburabastı yapıp da evde misafir bekliyor? Kaç tanesi kapıya gelecek çocuklar için bir avuç şeker ya da iki mendil koydu kenara? Yok! Göç zamanı gelmiş leylek gibi kendilerini uzak diyarlara atacaklar, birileri burada eski bayramları yaşatacak. O birileri kim, belli değil. Sen değil, ben değil, kim onlar?
Buradan herkese sesleniyorum. Yaşınız büyükse, kırın kıçınızı oturun evinizde. Siz 200 gr. taze çekilmiş kahveyi hazır edin, elbet elinizi öpmeye gelen olur. Öptürecek değil, öpecek yaştaysanız giyin üstünüze temizpak bir şeyler, alın elinize yarımşar kilo lokum, gidin büyüklerinizin gönlünü alın. Bayramı bayram yapan davulcular, bekçiler! Size ne oldu? Sahi bekçilik müessesesi kalktı mı bu memleketten? Geceleri düdüklerini duymaz olduk. Suçlular ‘‘hem suçlu hem güçlü’’ olunca bekçilere iş kalmadı zahir.
Ana babalar! Çocuklarınızı Tatilya benim, Eurodisney senin gezdirip durursanız, cebine zırt pırt para koyarsanız olur olmaz zamanda ayakkabıydı, elbiseydi alırsanız tabii ki bayramı bilmezler. Burada bayramlık ayakkabıları akşamdan yastığın altına koyup yatma muhabbetine girmeyeceğim ama şunu bilin ki eskiden bayram dışında insanlar birbirleriyle sarılıp öpüşmezlerdi bile. Baldızın ‘‘Bayram değil, seyran değil eniştem beni niye öptü?’’ diye şaşırması oradan gelmektedir.
Bayramda santraller kilitlenmiş olmasaydı, her sene istikrarlı bir biçimde aynı soruyu soran sunucuları arayıp bunları anlatacaktım ama olmadı. Santrallerin neden kilitlendiğiyse malumunuz, neredeyse aynı apartmanda oturanların bile telefonla bayramlaşmalarından. Hadi şehirlerarası tebriği anlıyorum, adamın koluna karısını, eline şekerini alıp İstanbul'dan Kırşehir'e gidecek hali yok. Gerçi onlar da telefon yerine tebrik kartı kullanabilirler. Ne güzel kartlar vardı, yaprağından su damlacıklarıyla dalından yeni kopmuş güller, ağız ağıza vermiş muhabbet kuşları. O sektör de yok olup gitti, bizim ruhsuzluğumuz yüzünden.
Şimdi cep telefonuyla mesaj modası var. ‘‘Bip’’ diye geliyor. Tüm mekanikliğine rağmen, hayırlara vesile olan bir tarafı da var bu mesajların. Bayramın ikinci günü baktım bir mesaj: ‘‘Bayramınız mübarek olsun.’’ Falanca ve telefon numarası. Düşünüyorum, düşünüyorum, bu isimde bir tanıdığım yok, telefon numarası da yabancı, merak ettim aradım. ‘‘Falanca bey bana mesaj göndermişsiniz, kimsiniz çıkaramadım’’ dedim. Adam ‘‘Yanlış olmuş hanımefendi, özür dilerim. Ben başkasına göndermek istemiştim ama olsun sizin de bayramınız mübarek olsun’’ dedi. Ben de ‘‘Sizinki de beyefendi’’ dedim. Böylece hiç tanımadığım biriyle bayramlaşmış olduk. Ben adam olsam sohbeti uzatıp koyulaştırabilirdim, al sana durduk yerde kısmet. İlla kapıdan gelecek diye kural yok ya, ‘‘cep’’ten de gelebilir.
Bayramlaşmanın en tuhafıma giden tarafı da, bayramın son günü akşam olmuş, bitmesine bir saat kalmış, hâlâ ‘‘Bayramınız kutlu olsun’’ denmesi. Bunun daha da beteri var tabii, ‘‘Geçmiş bayramınız kutlu olsun.’’ Ayol aradan on gün geçmiş, olan olmuş, biten bitmiş, kutlu olmuşsa olmuş zaten. Temennilerinizi bir dahaki bayrama saklayın. Yok, bu olabilir bir şeyse, o zaman beş sene önceki bayramın günahı ne, o da kutlu olsun.
Geldik bu yazının sonuna, benim için bu bayramın diğerlerinden farklı bir yönü vardı, ben bu bayram ‘‘Bayram Eki’’ kılığındaydım. Üç gün boyunca yayımlanan röportajları umarım okumuşsunuzdur. İyi hoş da, önemli bir sorun var, ben söyleşi yaptığım üç kişiyi de çok sevdim ve sanki bana güvenip içini döken dostlarıma ihanet ediyormuşum gibi hissettim kendimi. Sigaralar, kahveler, karşılıklı konuşurken neredeyse röportajı falan boş verip ben de derdimi dökecektim onlara. Sevgili Cem Yılmaz, Kamer Genç, Ahmet Kaya bir gün teypsiz geleyim de dertleşelim, olur mu?
Serdar Turgut'a:
‘‘Zeki değil’’ ile ‘‘Zeka parıltısı görmedim’’ sözleri arasındaki derin anlam farkını kavrayamadığım için özür dilerim.
mış muş köşesi
Japonlar ekonomik krizi intiharla çözüyorlarmış. 1998 yılının ilk 8 ayında bu yüzden 22 bin kişi intihar etmiş.
Bizi öyle bireysel intihar falan kurtarmaz, toplu intihar lazım.
Türkiye'nin en zengin 250 kişisi açıklanmış.
Her sene kılpayı kaçırırım, şu listeyi 250 değil de 251 kişilik yapsalar olmaz sanki.
Cem Yılmaz, ‘‘Kendime hastayım’’ demiş.
Bilmez miyim, hem de yatak döşek, yanında bir ‘‘fıstık’’la tabii.
Kamer Genç ‘‘Zamparalık dinamizm getirir’’ demiş.
Demek meclisin ağır işlemesi bundan. Milletvekili hanımları! Memleketinizi seviyorsanız kocalarınızı rahat bırakın, yapacaklarını yapsınlar.
Ahmet Kaya, ‘‘Sakalım başkaldıran yanımın simgesidir’’ demiş.
Ben de kaldırmak istiyorum ama, yüzümde uzatacak kılım yok. Bu yüzden herkes beni halim selim biri zannediyor.
Bir İngiliz 142 gün boyunca toprağın altında kalarak rekor kırmış.
O da bir şey mi? Biz milletçe 12.775 gündür aynı adamın idaresi altındayız.
Rusya Devlet Başkanı Yeltsin işleri yatağa taşımış.
Bu Yeltsin'le Clinton bir alem, biri yatakta yapılacak işi ofiste yaptı, öteki ofiste yapılacak işi yatakta yapıyor.
Paylaş