HERKESİN taktığı bir yer var. O da arabalara takmış.
‘‘Araba hastası’’, ‘‘Araba delisi’’, hatta ‘‘Araba sapığı’’ bile denebilir.
Arabayla yatıyor, arabayla kalkıyor. Sayıklıyor, seviyor, okşuyor. Ve çalıyor.
Ama ona ‘‘hırsız’’ demeye kimsenin dili varmıyor. Zira çaldığı arabayı en fazla bir gün sonra geri getiriyor. Hem de yıkamış paklamış olarak. Teybi, radyosu, her şeyi yerli yerinde. Ne bir çarpık, ne bir çizik... Ha bir tek hoşuna gitmeyen bir kaset varsa atıyor. Orhan Gencebay'lı arabalara ise bayılıyor.
Evi, barkı, karısı, çocuğu yok. Hayatı arabalar. Sahip olmayı kimbilir ne kadar çok istediği ama hiçbir zaman alamadığı arabalar...
* * *
Bir keresinde çaldığı... Pardon ödünç aldığı arabalardan birinde denize karşı müzik dinlerken yakalanıyor. Arabasını teslim alan kadın sinirli bir şekilde kapıyı çarpınca, ‘‘Ona iyi bak, o bir çiçektir’’ diye bağırıyor kadına.
En çok kırmızı ‘‘Çiçek’’leri seviyor. Marka ayırmıyor ama bir arabası olacaksa UNO olmasını istiyor. Ona hayallerinde bile yükseklerden uçmak yasak sanki. Belki de gerçekleşmesini çok istediği için işi kolaylaştıracak uygun bir şey seçiyor.
Bir gün... Bir cuma günü başlıyor karakolun önünde ‘‘Bana araba alın!’’ diye bağırmaya, ta pazar akşamına kadar. Bir yandan da taşlıyor karakolu.
Belki de ‘‘En Çok Şikáyet Edilen Adam’’ unvanıyla ‘‘Benden ancak böyle kurtulursunuz’’ demek istiyor polislere.
Pazar akşamı herkesin sabrı taşıyor. Ama o azimli. Gördüğü müdahaleye rağmen, bitap bir şekilde yattığı kaldırımdan hálá bağırıyor. ‘‘Bana bir araba alın!’’
* * *
Kimsenin ona araba aldığı, alacağı yok tabii. O da ne yapsın, elinde çay kaşığı araba araba geziyor.
‘‘Bi çay içer misin?’’ diyen esnafa verdiği cevap, ‘‘Çay içmem ama bi çay kaşığınız varsa alırım.’’ Hayata açılan kapının anahtarı çay kaşığı çünkü.
* * *
Gecelerini arabada geçiriyor. Ama yaz gecelerini. Kışınsa ne yapıp ne edip kendini hapse attırıyor.
Arabalardan biri pek rahat gelmiş olmalı ki bir zaman her gece aynı arabada sabahlıyor. Arabanın sahibi sonunda onunla ve de sinen kokuyla baş edemeyeceğini anlayınca sadece geceleri takmak üzere bir kılıf diktiriyor koltuklara. Çarşaf misali. Tuhaflık bir tek onda değil yani.
* * *
Sadece araba mı? Hayır. Portföyünde ambulansla belediye otobüsü de var. Ankara'dan çaldığı belediye otobüsünü İstanbulluların hizmetine sunmak üzere yola çıkmışken Bolu'da yakalanıyor bir keresinde.
Bir ara bir kadınla tanışıyor. Mahalleli ‘‘Kadının evi var, hiç olmazsa yatacak bir yeri olur’’ diye seviniyor. Öyle ya, arabaları gece yatısına gelen davetsiz misafirden kurtulacak. Nitekim kurtuluyor da. Ama çok kısa bir süre. Evde uyumaya alışamadığı için kadını terk edip arabalara koşuyor yeniden.
* * *
Tanıyanlar kızamıyorlar, hatta seviyorlar. Alışmışlar bir kere. Neredeyse ‘‘Aşkolsun, benim arabayı hiç almadın’’ diyecekler.
Onu anlatan bir de film çekiliyor. ‘‘Tabutta Rövaşata.’’ Ama onun haberi olmuyor. Çünkü o aralar ortadan yok oluyor. Öldüğü söyleniyor. Film ‘‘Altın Portakal’’ alıyor. Bir gece emeği geçenler ödülü kutlamak için onun semtinde toplanıyorlar. Kadehler kalkarken o çıkageliyor. Tam 1.5 sene sonra. Temiz kalbin böylesi...
Bir gün onu sahilde, bir bankta, üzerinde bir yerlerden bulduğu bir takım elbiseyle otururken görenler ‘‘Hayrola?’’ diyorlar. ‘‘Görüşmem var da...’’ diyor. Hakikaten görüşüyor. Onu tez konusu yapmak isteyen sosyoloji öğrencilerinin biri gidip biri geliyor. Bankta randevu vermiş onlara.
* * *
Aslında yanlış yaptım. Mişli geçmiş zaman kullanmam lazımdı. Çünkü arabaların can dostu Dursun artık yaşamıyor.
Sokakta beli kırılmış yatarken bulmuşlar. Kurtarılamamış. Cenazesini belediye kaldırmış.
Bir arabası olsaydı 40 yaşında ölüp gitmezdi belki de. Kimbilir hangi araba uğruna başına ne geldi.
Ve inanır mısınız, hiç kimse arkasından ‘‘Oh! Kurtulduk’’ demedi.
MIŞ-MUŞ
ABD istihbaratına göre 11 Eylül'den de büyüğü geliyormuş.
11 Eylül'den büyüğü 12 Eylül olabilir ki biz onu atlattık çok şükür.
Ecevit kendisini ziyarete gelen DSP'li 500 kişiye camdan Rahşan Hanım'la el sallamış.
Tek başına sallasaydı 500 kişiye hastanede yatak açmak gerekebilirdi.