LE Nouvel Ob-servateur’ün 17-23 Kasım 2011 sayısında bir yazı okudum. Yazının adı “Peki Şairler Ne Diyor?” (“Mais que disent les poètes?”)
Charles de Gaulle’ün Kültür Bakanı, romancı André Malraux’yla ilgili: André Malraux büyük sorunlar yaşayan bir ülkeye resmi ziyaret yapacaktır. Bakanlığının yetkilileri bu ülke hakkında çalışma dosyaları hazırlamışlar: Ekonomi, enerji kaynakları, gayri safi milli hasıla, istatistikler, borçlar ve alacaklar, ödemeler dengesi... Kuş sütü dosyası bile eksik değildir... Ama hiçbir genç uzman ziyaret edilecek sorunlu ülkenin şairlerinin düşüncelerini merak edip özel bir dosya hazırlamamıştır. Ama Malraux, “Peki şairler ne diyor?” diye sorar. Bir ülke karanlıklara gömüldüğü, “önemli şahsiyetler” saçmaladığı sırada, tek çıkar yol gözümüzü şairlere, yaratıcılara, çevirmektir. Çünkü onlar görünmeyeni görürler, dile gelmezi dile getirirler. KEHANETİ DÜŞÜNDÜM André Malraux şairlerin, sanatçıların rolünü abartıyor mu acaba? Kesinlikle abartmıyor: Dante “İlahi Komedya”yı neden yazdı acaba? Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın hikmeti nedir? Ayıplamazsanız kendimden bir örnek vereceğim: 1967 yılının temmuz-ağustos aylarında, Arap-İsrail 6 gün savaşı (Haziran 1967) hakkında “Savaş ve Barış” adlı uzun bir şiir yazmıştım. Bu şiir “Kiraz Zamanı” adlı kitabımda yayınlanmıştı. Şiir aslında 6 Gün Savaşı’nı değil, Ortadoğu tarihinin geleceğini, bugününü, yarınını anlatıyor(du). 2011’in ocak ayında Lübnan’ı, kasım ayında İsrail’i dolaşırken bu şiirin yaptığı kehaneti düşündüm, nasıl oluyor bu iş? Nasıl olduğunu André Malraux biliyordu. Onun haklı olduğunu günümüzün siyasetçileri, siyaset bilimcileri, ekonomistleri, cafcaflı uzmanları, gerçekler ve sorunlar karşısında uğradıkları bozgunlarla, her gün doğrulamakta ve kanıtlamakta. NE CEVAP VERECEK Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı da aynı durumda. Öyle olmasaydı Paul Auster’a “Sen kim oluyorsun be adam!” diye çıkışır mıydı? Paul Auster, Can Yayınları’nda çalıştığım dönemde (1989-1996) Türkiye’ye seve seve gelebileceğini yazmıştı. İsrail’e gideceğini (geleceğini) dönüşte bize uğrayabileceğini söylüyordu. Bir terslik oldu, ne İsrail’e gitti, ne de Türkiye’ye geldi. 2012 yılında antidemokratik yasaların egemen olduğu Türkiye’de gazeteciler ve yazarlar hapiste olduğu için gelmek istemediğini söylüyor. Üstelik Türkiye’ye herhangi bir dış müdahalenin yapılmasını tavsiye etmiyor. Sadece, “Ben bu koşullarda Türkiye’ye gelemem!” diyor. Başbakan Paul Auster’a, “Sen, Gazze’ye bak!” diyor. Gazze ile Türkiye demokrasisinin ilişkisi ne? İsrail Başbakanı, “Sen Gazze’yi bırak, kendi ülkene bak!” derse, ne cevap verecek bizimki? SONU ARAPLAŞMAK OLUR! Başbakan sık sık, demokrasi ve insan haklarına göndermeler yapıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasında, milli eğitimle ilgili yasalarda, hükümetin “dindar gençlik” yetiştirmek gibi bir görevi mi var? “Fikri hür, vicdanı hür vatandaşlar yetiştirmek” çağdaş bir devletin görevi olabilir (ki olmalıdır). Cumhuriyet’in laik birey yetiştirme programı ile iktidardaki bir partinin dindar gençlik yetiştirme tasarısı aynı şey değildir. Anayasa’ya göre: Birincisi meşru, ikincisi gayrimeşrudur. Fikri ve vicdanı ipotekli nesiller yetiştirmek ancak selefi toplum mühendisliğinin amacı olabilir. Sonu Araplaşmak olur! Başbakan, Paul Auster ile ilgili olarak da “Hapiste yatan gazeteciler ve yazarlar yüzünden Türkiye’ye gelmeyi reddediyormuş. Ah biz sana çok muhtaçtık, niye gelmedin? Aman gel. Gelsen ne olur, gelmesen ne olur yahu? Türkiye itibar mı kaybeder?” demiş. Fikri ve vicdanı ipotekli bir ülke, hapse tıktığı gazeteci ve yazarlar için elbette utanç duymaz. Demokrasinin bulunmadığı bir yerde, fikir ve vicdanın da hiçbir itibarı olamaz. Dindarlığın, evrensel demokrasi, evrensel düşünce ve evrensel vicdan ile herhangi bir ilişkisi yoktur. Dindarlık, etik ve ahlak bağlamında, bir erdem (fazilet) değildir!