Ölümü bir kez daha ertelemenin yorgunluğu içinde hayatımı düşünüyorum.
Yaptığım bütün işleri sevmişim, hepsine aşık olmuşum: Fabrika işçiliği, Süleyman Demirel iktidarının yapmama izin vermediği öğretmenlik, televizyonculuk, iki yayınevinde editörlük ve Hürriyet Gazetesi’nde fıkra yazarlığı... Şairlik, edebiyat yazarlığı ve yaptığım onlarca kitap çevirisi...
Beş yaşımdan sonra hasta olup hemen hemen hiç yatakta yatmadım ama dördüncü kez ölümün kapısından dönüyorum.
Beş yaşımda başımdan onlarca eşek arısı sokmuştu. Ölmedim ama kendime bir yıl sonra geldim. Bu arada beyin humması, paratifo ve dizanteri geçirdim. Beş yaşımda ikinci kez emekledim, ikinci kez yürümeyi öğrendim. Ve on yedi yaşıma kadar çok ağır büyüdüm. Mucizedir, o yıl tamı tamına on santim büyüdüm ve boyum 1.75 cm oldu.
O bir yıl içinde de her gün ölümün kapısındaydım.
*
Oğlum Tan yaz tatili için eve gelmiş ve kapanıp iki ay bir sınava çalışmıştı. Çok gergindim. 26 Ağustos 1989 gecesi New York’a dönecekti. Parçalanmış bir saat gibiydim.
İlkin dudağımda başladı şişkin beyazlık, sonra dilime sıçradı. Evde Tan’ın dışında başka bir doktor daha vardı. Büyütme, dediler, bu bir uçuk. Tan gidip mavi renkli bir ilaç aldı, aşağıdaki eczaneden.
Havaalanında uçuk hızlandı. Tan’ı yolcu edip eve döndüğümüz zaman artık ağzımı açıp konuşamıyordum. Ağzımı zorla açtım. Dilim yoğurt kaymağı rengindeydi. Ya da patlamış mısır gibi. Ülker, Tan’ın arkadaşı Hümayun’a telefon etti. Gece yarısıydı. Hümayun bizi çalıştığı Çapa Hastanesi’ne gönderdi ve nöbetçi doktora telefon etti.
Doktor ağzıma bakar bakmaz ‘Bir saat sonra geç olurdu’ dedi. Hemen bir kortizon iğnesi yaptı. Doktor benimle dalga geçiyor sandım. Hafife alır bir şeyler söyledim. Doktor kızdı.
‘Bu hastalığın adı Steven Johns, dedi. Bir tür mantar. Birkaç santim daha ilerleseydi, işiniz tamamdı, nefes borusuna giden mantar on iki saat içinde, midenize inen mantar ise iki-üç gün içinde götürürdü sizi. Bunun kurtuluşu yok.’
*
26 Temmuz 2003. Bağdat’ta şimdi adını unuttuğum ana caddelerden birinde ciple ilerliyoruz. Sağ yanımda oturan Faruk Balıkçı bazukaya benzeyen fotoğraf makinesiyle resim çekiyor. Cip bir kuytuda mevzilenmiş bir tankın önünde yavaşlıyor. Faruk çalışmayı sürdürüyor.
Birden, tankın üzerindeki ABD askerinin ‘Dur!’ diye haykırdığını duyuyorum. Elindeki silahı üzerimize çevirmiş... Öteki askerler de...
Arap mihmandar Bilal ‘Sür, sür!’ diye bağırıyor, ama şoför Zana hemen duruyor, bir milim ilerlemiyor. Araba durmasa ABD askerleri tetiğe basacak.
Arabanın arkasında iki bidonda 120 litre benzin var.
İki gün sonra ABD askerlerinin bu kadar dikkatli ve sabırlı olmadıkları görüldü. Reuters ajansı muhabiri öldürüldü.
*
1 Mart 2005. Alman Hastanesi’nde Ülker’le birlikte Dr. Mustafa İşcan’ın masasının önünde oturuyoruz. Doktor kan tahlillerimi inceliyor.
‘Durum anlaşıldı. Hemen hastaneye yatıyorsunuz!’ diyor.
‘Eve gidip yanıma kağıt kalem, okuyacak bir şeyler alayım. Bilgisayar...’
‘Hiçbir yere gidemezsiniz. Sorumluluk alamam. Şekeriniz 500. Bir saatli bomba gibisiniz. Birkaç dakika içinde her şey olabilir!’
Yıllardır 85-110 arasında gezinen kan şekerim 500 çıkmış. Bunu duyanlar nasıl olup da ölmediğime, felç ya da kör olmadığıma şaşıyorlar...
*
Bunları hastane yatağında düşünüyorum. Genzimde, bana on beş gün boyunca 6-7 litre sıvı içirten çürük elma tadı. Sıvıya bir türlü kanmayan midemdeki canavar.
Ölümü bir kez daha ertelemenin yorgunluğu içinde hayatımı düşünüyorum. Yaptığım bütün işleri sevmişim, hepsine aşık olmuşum: Fabrika işçiliği, Süleyman Demirel iktidarının yapmama izin vermediği öğretmenlik, televizyonculuk, iki yayınevinde editörlük ve Hürriyet Gazetesi’nde fıkra yazarlığı... Şairlik, edebiyat yazarlığı ve yaptığım onlarca kitap çevirisi... Zaman zaman sıkıntılı, çok sıkıntılı olsa da mutlu bir hayat yaşadığımı ve bunu şiire, edebiyata borçlu olduğumu düşünüyorum. Beni adam eden iki mimar!
Fark ediyorum ki hayatımda hiçbir pişmanlık yok. Ne yaptıysam kendi seçimimle, irademle, bilincimle yaptım. Başka bir hayat istemem!..
‘Bir kez daha yaşasam aynı şeyleri yapardım!’ cümlesi, galiba bir yanıyla bir tür kabadayılığı da temsil ediyor. Bu tavırda boyun eğme ve kadercilik tuzu ve biberi var mı? Bunun ruh çözümü epeyce işe yarayabilir, yararlı olabilir.
Bu konuda çok daha harbi insanlara rastladım. Örneğin Fransa’nın gelmiş-geçmiş en büyük şairlerinden biri olarak kabul edilen Eugene Guillevic (1907-1997) bana ‘Özdemir, bana yirmi yaşımda ünlü ve büyük bir şair mi yoksa yakışıklı mı olmak istersin diye sorsalardı, yakışıklı olmak istediğimi söylerdim’ demişti.