Paylaş
KOŞUNUN UZUNU NEDEN SORUNLU
Koşmak genetik hafıza kaydımızda sadece “kısa süreli” faaliyetlerimiz için var. Koşmak genetik hafıza kaydımızda sadece “kısa süreli” faaliyetlerimiz için var.
Bir şeyden kaçarken, birini kovalarken, ulaşacağımız yere ulaşmada zaman sıkıntısı çekerken kısa süreli koşuları insanlık tarihi boyunca hep yaptık.
Bu koşular için de bize sadece kaslarımız, kirişlerimiz ve mitokondrilerimiz yardımcı olmadı. Her seferinde böbreküstü bezlerimiz de anında devreye girdi.
Bize daha fazla “gaz verebilmek”, bizi daha fazla “motive” edip güçlendirmek için “stres reaksiyonlarını” devreye soktu, sistemlerimize kortizol ve adrenerjik hormon pompaladı.
Bu tür kısa süreli kortizol banyolarından zarar gördüğümüz söylenemez ama koşuyu uzatırsak, yani bu kısa süreli hormonal duşları “kortizol yağmurları” haline getirirsek, bedenimizde iyi şeyler olmaz.
Diğer taraftan koşu süresince temizleyebileceğinizden daha fazla serbest radikal üreteceğiniz de kesindir.
Biliyorsunuz, serbest radikaller yaşlanmanın en önemli belirleyicileri. Hücrelerimizin en büyük düşmanları.
Sorun sadece bu sorunlu ikiliyle de sınırlı değil. Koşunun diz ve kalça eklemlerinize yükleyeceği aşırı yükü de hesaba katmalısınız. Bunlar benim fikirlerim.
Benim koşma konusuna olumlu baktığım bir egzersiz türü elbette var: İnterval ya da kaotik egzersizler. İşte o egzersizlerde kısa süreli (1-2 dakikalık) koşulara “evet” diyorum! Biraz daha detay için sizi diğer kutuya davet ediyorum. Buyurun...
BU KAOS FAYDALI KAOS!
İnterval veya kaotik egzersiz çalışmalarını etkili buluyor, bunların bilhassa kilo sorunuyla mücadelede işe yarayabileceğini düşünüyorum. Peki bu egzersizlerin planı nasıl olmalı?
Farklı planlar yapabilirsiniz. Bu biraz da “kişiye özel” bir plan gibi olmalı. Mesela beş dakika tempolu yürüyün (dakikada 100-120 adım), sonra iki dakika postacı yürüyüşüne geçin (dakikada 120-140 adım).
Hemen ardından da bir dakikalık kısa bir koşu yapın.
Süratinizi yine dakikada 100-120 adım ritmine indirin.
Bu kaosların sıklığını, yoğunluğunu ve değişimlerin süresini tabii ki kendinize özel planlamanızda fayda var.
Benim bir gözlemim de şu:
Kaotik egzersizler sadece kilo sorunuyla değil, depresyonla mücadelede de mükemmel işler görüyor, aklınızda olsun.
DOĞAL TUZ MU RAFİNE TUZ MU
Rafinasyon işlemleri diğer doğal maddeler gibi tuzun da yapısında bazı değişimlere yol açabiliyor. Bunda rafinasyonda kullanılan yüksek ısının tuzun kimyasal yapısını bozması, bunun yanı sıra “ayrıştırma” işlemlerinin rafine tuzu deniz ve kaya tuzuna, yani doğal tuza oranla adeta bir “sodyum bombası” haline getirmesi etkili.
Ayrıca rafinasyon işlemleri esnasında tuza karışabilecek bazı toksik kimyasalları da dikkate almak lazım.
Özeti şu: Doğal tuz daha sağlıklı. Dikkat edilmesi gereken, o doğal tuzun da nereden elde edildiği, nasıl saklanıp paketlendiği. Kaynağının kirletici sularla, kanalizasyonlarla, fabrika atıklarıyla, böcek ilaçlarıyla kirlenip kirlenmediği.
Küçük bir hatırlatma: Prensip olarak deniz tuzu ile kaya tuzu arasında da ciddi bir fark yok. Deniz tuzları da kaya tuzlarına benzer özelliklere sahip.
SORUN SADECE TUZUN FAZLALIĞI DEĞİL!
Bedenimizde belirli bir mineral dengesi var, sağlıklı kalabilmek için o dengeyi dikkatle sürdürmemiz ve korumamız lazım. Bu dengelerin en önemlilerinden biri de “sodyum” ile “magnezyum ve potasyum” arasındaki denge.
Terazinin bir kefesine sodyumu koyarsanız hemen karşı kefesine onu dengeleyecek kadar magnezyum ve potasyumu koymak zorundasınız. Kısacası bu ikili takımı dengeli olarak kazanmamız mühim bir beslenme ayrıntısı.
Ne var ki bir taraftan tuz tüketimimizin artması diğer taraftan paketlenmiş gıdaların daha sık ve çok tüketilmesi (bunların çoğuna raf ömürlerini uzatmak için sodyum benzoat gibi koruyucular ekleniyor) sebebiyle son yıllarda inanılmaz bir sodyum taarruzuna maruz kalmış durumdayız.
Karşı takımda yani “potasyum” ve “magnezyum” tarafında ise tam tersi bir durum var: Yiyip içtiklerimizde potasyum ve magnezyumu ara ki bulasın!
Kısacası problem sadece tuzun fazlalığı ile sınırlı değil, magnezyum ve potasyum kazanımımızın azalması da çok mühim bir problem, aman dikkatli olun.
KOLESTEROL HAPLARI BENİ NEDEN YORGUN DÜŞÜRDÜ
Cevap açıktır: Mitokondrileri felç ettikleri, yani zehirledikleri için!
Nedeni şu: Mitokondrilerin enerji üretebilmeleri için CoQ10’a ihtiyaçları var. Yeteri kadar CoQ10 yoksa mitokondrilerde enerjinin üretimi için gereken elektron taşıma zincirleri işlemez hale geliyor.
Statinler ise (kolesterol hapları) bilinen en etkin CoQ10 baskılayıcıları. Çünkü koenzim üretiminin yeterli olabilmesi için bir başka sürece (enzime) ihtiyaç var. Statinler zaten o süreci (o enzimi) baskıladıkları için kolesterol üretimini yavaşlatıp kolesterolünüzü düşürebiliyor. Bu haplar bir taraftan kolesterol azaltırken, diğer taraftan koenzimi (Koenzim Q10) de azaltıyor. Sonuç mu? Yorgunluk, kas ağrılar ve daha pek çok problem. Çünkü koenzime sadece kaslarınızdaki değil, beyninizdeki, kalbinizdeki kısacası her hücrenizdeki mitokondrilerin ihtiyacı var.
MİTOKONDRİLERİN DOĞAL DESTEKLERİ VAR MI
Var! Mesela yeşil veya siyah çay. İkisi de içindeki kateşinler sayesinde mitokondrileri destekleyen doğal içecekler. Üzüm çekirdeğini, zerdeçalı da aynı listeye rahatlıkla yazabilirsiniz. Çünkü zerdeçaldaki kurkuminler, üzüm çekirdeğindeki resveratrol de etkin birer doğal koenzim desteği.
Ayrıca güneş de doğal bir mitokondri dostudur. Çünkü onun sayesinde üreteceğiniz D vitamini mitokondrileri koruyup kollar.
Bu doğal destekleri ne kadar sık kazanırsanız, mitokondrileriniz o kadar sağlıklı kalır, o kadar bol enerji üretir ve siz de o oranda az yorgunluk hissedersiniz.
Paylaş