Paylaş
En yaygın sorunlarımızdan birinin depresyon diğerinin kanser olmasının ardındaki mühim nedenlerden biri ise “huzursuzluk tehdidi”dir. Ve bu gidiş iyi bir gidiş değildir...
Dilimizde çok güzel deyimler var. En güzellerinden biri de “Nasılsınız?” sorusuna verdiğimiz yanıttır: İYİLİK, SAĞLIK!
Oysa bu yanıt için huzura ihtiyacımız var. Her sabaha yeni bir gerilim, yeni bir endişe ile uyanıp “bugün hangi felaketlerle canım sıkılacak” diye başlamak, bitmedi; akşam haberlerini dinlerken “acaba hangi haber içimi karartacak” diye düşünmek, üstelik bunları Allah’ın her günü neredeyse bir ritüel gibi tekrarlamak kimin huzurunu bozmaz ve hangi ruhu, bedeni yorup ruhu bedenden ayırmaz?
İŞİMİZ ZOR
Bir hekim olarak yeniden hatırlatmak ihtiyacı içindeyim.
Ruhumuzu nasıl beslediğimiz ne yiyip içtiğimiz kadar önemlidir. Yaşadığımız sağlık sorunlarının çoğu bedensel olduğu kadar ruhsal kökenlidir. En yaygın sorunlarımızdan birinin depresyon diğerinin kanser olmasının ardındaki mühim nedenlerden biri ise “huzursuzluk tehdidi” dir. Ve bu gidiş iyi bir gidiş değildir.
Bana göre önümüzdeki dönemde bizi en az yeme içme yanlışlarımız kadar HUZURSUZLUK da hasta edecek. Huzur eksikliği sendromu (!) yeni “psikosomatik” sorunlara, “depresyon ve benzeri duygu durum arızaları” na davetiye çıkarıp hayatımızı iyice içinden çıkılmaz bir hale getirecek. En eğitimli, en güçlü beden ve ruhlar bile bu denli sık tekrarlayan, kırıp döken, bizi birbirimize düşman eden gerilim ortamına DA-YA-NA-MAZ.
İşte bu nedenle, huzura her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Ruh- beden ve toplumsal sağlığımızı, insan olma vasıflarımız ve daha pek çok şeyi korumanın yolu öncelikle huzurdan geçiyor.
Birbirimizi daha çok sevmek, az eleştirip çok övmek, az küsüp hoş görmek için de “STRES TÖRPÜLEYİCİ VE HUZUR VERİCİ” yeni stratejiler üretmemiz lazım. Eğer bunu başaramazsak, yalnızca bedensel ve ruhsal anlamda değil toplumsal olarak da daha çok ve sık hastalanacağız.
ÇÖZÜM: SÜKÛNET İKLİMİ
Huzura giden yolun ilk adımlarından birinin sûkunet , diğerinin ise espri üreterek eğlenmek olduğunu unutmayalım. Biraz daha rahat soluk alıp verebilmek, daha çok gülüp eğlenebilmek, birazcık daha gevşeyip dinlenebilmek, o çok özlediğimiz “SÜKÛNET İKLİMİ” ni de “MİZAH RİTMİ” ni de yeniden yakalayabilmek için hayatımıza eğlence katanlara yani mizah üretenlere şimdi daha çok ihtiyacımız var.
İyi hayatın olmazsa olmazlarından biri sükûnet diğeri gülmek ve onun anahtarı da mizahsa, şu yaşadıklarımızın ne olduğunu sorabilir miyim? Ama yine de “enseyi karatmayalım” ve yeni haftaya azıcık mizahla, alttaki fıkrayla başlayalım. Buyurun...
“SÜKÛNET”: HER EVE LAZIM
Sükûnet sözcüğü “gevşemek, rahatlamak, huzur” ve benzeri anlamlarda kullanılıyor. Sükûnet arıyorsanız eğer: “Yavaşlayın. Hedef küçültün. Sizi strese sokacağını düşündüğünüz durumlardan kaçının, ortamlardan uzaklaşın. Yalan da olsa iyimser tavırlar geliştirin. Daha çok gülümsemeye, hoş görmeye, kabullenmeye, görmezden gelmeye, yok saymaya, affetmeye gayret edin”. Listeye herkesin katkısını bekliyorum.
İyileşecek miyim?
Kadıncağız hasta kocasını doktora götürür. Doktor hastayı bir güzel dinler, muayene eder, tahlil, tetkik ister. Sıra karar vermeye geldiğinde hasta adama dışarıda beklemesini rica edip karısıyla yalnız görüşmek ister. Doktorun kadına anlattıkları şunlardır: “Kocanız ciddi biçimde hasta. Durumu iyi değil. Sorunu bedensel değil, ruhsal. Stresten kaynaklanan ağır problemleri var. Eğer stres yükünü hafifletmezse işiniz zor. Onu kaybedebilirsiniz bile.” Kadın telaşla yalvaran gözlerle sorar: “Peki bunun için ne yapmam gerekiyor?”
Doktor yanıtlar: “Çok şey değil aslında. Onu her sabah gülümseyerek uyandırın. Güzel bir kahvaltı yaptırın. Her gün en sevdiği şeyleri pişirip yedirin. 6 ay evde dinlenmesi lazım. İşe de yollamayın. En iyi şekilde dinlenmesini sağlayın. Bırakın gezip dolaşsın, gülüp eğlensin. Gerekiyorsa sevdiğiniz dizilerden vazgeçin, istediği futbol maçlarını ve spor programlarını televizyonda rahat rahat izlesin. Bu arada onunla sakın tartışmaya filan da girmeyin. Kızdırmayın, üzmeyin. Hele hele asla eleştirmeyin. Çocuklarıyla, işiyle, çevresiyle ilgili olumsuz gelişmeleri söylemeyin. Kısacası altı ay boyunca elinizden gelen her şeyi yapıp onun rahatlamasını, stresinin azalıp endişelerinin kaybolmasını, “sükûnet bulmasını” temin edin. Eğer bunları yaparsanız sadece hayatı kurtulmayacak, sağlığına kavuşacak, keyifli ve mutlu biri olacak. Yapmazsanız büyük bir olasılıkla ölecek!” Kadın “anladım doktor, müsaadenizle” deyip odadan çıkar. Kapının önünde merakla bekleyen kocası karısına sorar: “Doktor ne dedi? İyileşecek miyim?” Kadının cevabı sadece tek sözcükten ibarettir: “Ölecekmişsin!”
Kanser ve ölüm!
Geçenlerde önemli mi önemli bir İngiliz tıp adamının “kanser-ölüm” ilişkisi konusunda söyledikleri ortalığı birbirine kattı.
Ünlü tıp dergilerinden British Medical Journal’de editörlük de yapan bu doktora göre kanserden ölmek bir yönüyle “şanslı bir ölüm şekli” gibi de düşünülebilir. Bu fikre katılanlardan çok eleştiriler ön plana çıktı. Böyle bir yaklaşıma evet diyebilmek bir doktor için kesinlikle kolay değil. Yine de tedavisi mümkün olmayan bir kanser nedeniyle kısa bir ömrü kalanlar için bu fikirden alınacak bazı çıkarımlar var.
ZAMAN ÇOK DEĞERLİ
Çoğumuz zamanı “daha çok ve daha iyi değerlendirmek” yerine, “güzel günleri önümüzdeki zamana bırakıp” “iyi günler daha sonra gelecek” diyerek oyalanma eğilimindeyiz. Yeterli bir zaman bilinçliliğimiz olduğu söylenemez. Zaten böyle olduğu için de ömrümüzün sonuna yeni günler, yeni saatler, hatta saniyeler ekleyerek “uzatmaları oynama” eğilimindeyiz. Oysa yaşadığımız her anda, daha fazla yaşanacak şey, alınacak keyif, daha fazla öğrenecek bilgi var. Kısacası hayatı daha iyi hale getirecek, ona daha güzel “an”lar ve “anlam” ekleyecek fırsatlar zannettiğinizden çok daha fazla. Yeter ki, bu fırsatların “FARKINDA” olabilelim. Böyle yapabilirsek eğer yaşadığımız en küçük zaman dilimleri bile daha uzun sürecek, daha net ve kalıcı anılar bırakacaktır. İsterseniz bu “zamanı büyütmek” konusunu da yine bir fıkrayla belleğe kazımaya çalışalım, zamanı “nakit” değil, “vakit” olarak algılamaya bakalım.
KELEBEĞİN ZAMANI AZ!
“Sadece bir günlük ömürleri olan iki kelebek güzel bir bahar günü aynı çiçeğin üzerinde tanışma fırsatı yakalamışlar. Vakit neredeyse gün ortasıdır ve ömürlerinin yarısı daha şimdiden kanatlarının arasından uçup gitmiştir. Ama bilirler ki önlerinde daha uzun mu uzun koca bir “yarım gün” daha vardır. Kalan zamanı en iyi şekilde değerlendirmeye karar verirler. Çünkü önlerinde kalan süre –ne yazık ki- yine de belirli ve sınırlıdır. Yani ikisi de ölümün ve sonun farkındadırlar. Hemen ve hızla çok ama çok keyif aldıkları işleri –şeyleri- arka arkaya yapmaya başlarlar. Yeni nehirlere, dağlara, ovalara, bayırlara uçarlar. Yeni seslere, renklere, kokulara, rüzgârlara kanat çırparak hayatın tadını çıkarmaya başlarlar.”
VEDA SOHBETİ
Eğer önünüzde kalan zaman diliminin değerini bilirseniz, onu hayatı daha anlamlı kılacak şeyler yapmanın bir aracı haline getirebilirseniz işte o zaman İngiliz hekimin “kanser-ölüm ilişkisi” konusundaki düşünceleri pek o kadar da ters gelmeyebilir size.
Yıllar önce Pittsburgh Üniversitesi’nde görev yapan ve yakalandığı son derece öldürücü malign beyin tümörü (glioblastoma) ile geçirdiği süreci mükemmel bir üslupla dile alıp düşünce ve deneyimlerini üniversite kampusunda çok büyük bir topluluğun önünde “son konuşma/veda sohbeti” şeklinde özetlenebilecek bir dersle anlatan hocayı ve yazdıklarını anımsamamak mümkün mü? Unutmayalım ki zaman göreceli bir kavramdır ve nasıl ki “hayat bizim yaptığımız şeydir”, zaman da “içini bizim doldurduğumuz süreç”tir.
HUZUR SÖZCÜKLERİ: İLK 10
-İnanç
-Sükûnet
-Sevgi
-Saygı
-Hoşgörü
-Barış
-Tevazu
-Masumiyet
-Dostluk
-Cömertlik
Paylaş