Yönetmen Steven Spielberg ile Oscarlı aktör Tom Hanks gene birlikte. Başarılı mı sorusunu sormak abes olur. Hanks oyunculuğu ile Forest Gump’a göz kırpıyor, filmin duygusal tarafı da gene aynı filme şapka çıkarıyor.
Gerçek bir yaşam öyküsünden sinemaya uyarlanan filmin kahramanı, bir havaalanında yaşıyor.
Amerikan topraklarına indiği anda, ülkesinde yönetimin değişmesi ve Amerikan devletinin yeni yönetimi tanımaması sebebiyle bir türlü içeri giremiyor, bundan sonra ise hayatı terminalde geçiyor.
Tom Hanks’in oyunculuk yeteneği de milyonun ortasında kalmış bir yabancıyı canlandırırken belirginlik kazanıyor.
Zorunluluk, insana çok şey öğretir, imkansızı mümkün kılar.
Hanks de, Rusça-İngilizce şehir rehberinden İngilizce’yi öğreniyor.
Bir İsviçre çakısı ile kendine harikalar yaratıyor, banklardan yatak yapıyor.
Havaalanı mensupları da ona alışıyorlar, sempati gösteriyorlar, hatta sempatiden de ötesi, bir Rus’un ilaçları dışarı çıkarabilmesi için yaptığı yardım sonrası bir havaalanı fenomenine dönüyor. Bunda bölge müdürünün de katkısı var. Müdürün iktidar kaygısı ise kahramanımızın insan yönünü, ondan öğrenebileceklerimizi gösteriyor.
Bütün bunlara neden tahammül ediyor kahraman?
Çünkü ölen babasının sevdiği caz orkestrasının saksofoncusundan imza alarak seriyi tamamlamak istiyor. Yalnızca imza...
Bir türlü şehre giremiyor, müsaade, izin alamıyor.
Ne var ki sevdiği erkeği bekleyen hostes Catherine Zeta Jones, ona bir günlük özel izin alıyor. Havaalanı mensupları şehre giden sevimli terminal sakinine armağanlar veriyor. Polis şefi ve bölge müdürü de ona olan hislerini artık gizleyemiyorlar.
Şehre inip babasına verdiği sözü tutuyor, gerekirse bir ömür boyunca bekleyeceği imzayı alıyor.
Final ise, sinemanın ‘dahi çocuğu’ Spielberg finali, gene Forest Gump’ı çağrıştıracak güzellikte ve yoruma açık bir yönde.