Paylaş
Rekabet de mâlum, bu oranlarla bir kaç hafta daha belki devam eder ama, neticenin ne olacağını kestirmek hiç de zor değil. Peki, hata nerede, neden Yeşilçam klasikleri öyle kolayca uyarlanamıyor dizi ekranına? Bir iki sezon önce denenen ve bir başka Yeşilçam klasiği olan Selvi Boylum Al Yazmalım’da da benzer bir süreç yaşanmış, ismi kırpılarak Al Yazmalım’a dönüştürülen bu uyarlama bir iki hafta sonra tavsamış, ancak gösterildiği kanalın inayetiyle bir sezon sürebilmişti. Demek ki, sanılanın aksine, özellikle bildiği, hatırladığı hikayelerde çok daha “eleştirel” olabiliyor, dikkat ediyor, sürekli olarak izlediğiyle aklındakini, hatıralarındakini karşılaştırıyor ve en ufak bir falsoda cezayı kesiyor. Tür sineması çalışan akademisyenlerin işaret ettiği bir tepkisel davranıştan söz ediyorum. Örneğin, western ile haşır neşirseniz, o türün “klasiklerinden” haberdarsanız, yeni bir western izlediğinizde, daha film başlamadan “muhalif” bir pozisyon almış durumdasınızdır. Perde de gördüklerinizi sürekli olarak tartar, daha önceki filmlerdeki tema ve sahnelerle karşılaştırır ve sürekli bir hata, bir eksiklik ararsınız. Hele bir de o film, bir “yeniden çevrim” ise, iş daha da sarpa sarar, izleyicinin bakışı, keskin bir kılıca dönüşür ve çoğunlukla filmin sonunda paramparça edilir perdede izlenen. Çok aza “yeniden çevrim” has izleyicinin barajını aşabilmiştir.
Yeşilçam filmlerine dair ciddî bir bilgisi ve hassasiyeti var Türkiyede’ki TV izleyicisinin. Bu nedenle değil mi, yıllardır herkes bir Kemal Sunal “replikası” üretmek peşinde, ama elde edilen bir Recep İvedik oluyor ya da onun ekrandaki muadili (bence, bu işi başaran biricik kahraman) olan Burhan Abi. Çünkü başka bir Türkiye sosyolojisi var ve günümüz izleyicisine Yeşilçam filmlerinin sunduğu “dünya” ile günümüzdeki “âlem” bambaşka dinamiklerle şekilleniyor. İlk çevrimi 1958’de yapılan bir filmden söz ediyoruz, neredeyse 60 yıllık bir farkın İstanbul’u, o şehrin insanları ve hislerini günümüze aktarmak öyle kolay bir iş değil. Nitekim aynı filmi, bir 15 yıl kadar sonra, 1971 yılında yeniden çektiğinde Memduh Ün bile zorlanmıştır, bir çok meraklısı halen ilk versiyonunu tercih eder Üç Arkadaş’ın.
Ahlakî kodları öne çıkaran bir anlatıdır aslında Üç Arkadaş. İyilik için yalan söyleyen, âmâ bir kıza yardım etmek için çırpınan üç arkadaş ki bunlardan biri “niyetçi” (ne olduğunu bilen kaldı mı acaba?), bir diğeri sokak fotoğrafçısı (onların da nesli çoktan tükendi!) ve bir de bir ayakkabı boyacısı! Bizim dizide bunlar, bir oyuncu müsveddesi (figüran), bir konak bekçisi ve bir taksi şoförüne dönüşüverirler! Bu dönüşümlerin en kadar manasız oldukları bir yana, hikayeye bir de “salaklık” derecesinde safiyete sahibi kadın kahraman eklenince, yani esas kızımız Gülperi’nin (yüzü ve fiziği itibariyle dizideki tek doğru “cast” desek yeridir) sınır tanımaz saflığı ve günümüz İstanbul’u düşünülünde tüm “hakikilik” tezleri çuvallar! Evet, izleyicisi bir masal gibi de izlemiş de olsa Memduh Ün’ün filmlerini, o hikayenin, o yardımlaşma ruhunun gerçek hayatta da olmasını diliyor, belki de bir yandan ağlayıp, bir yandan da dua ediyorlardı. Gerçekleşmesi mümkün “masallar” diyelim o anlatılara. Olabileceğine inanılan “küçük mucizeler”, izleyicilere düş kurduruyor, hayal ettiriyordu. Zaten ancak böylece bir masal, bir mesele dönüşür, hayat mektebinin müfredatında bir “ders” olur. Karanlık bir salondan, filmin ardından sokağa “ışıldıyarak” çıkılır.
Hâlbuki bu dizinin anlatısında en ufak bir hakikat hissiyatı yok! Ne hikayeye eklenen “kötücül” kızkardeşlerin (berbat, “karikatür” karakterler) neden bu kadar kötü olabildiklerini, ne de başrollerdeki üç kafadarın neden bu kıza fütürsuzca yalan söylediklerini anlayabiliyoruz. Senaryo ekibi belli ki izleyicinin hafızasına güveniyor (orijinali hatırlar ve meramımızı anlar!) ve alttan alta, Yeşilçam sinemasının, gerçekle alâkası olmayan masallar anlattığını varsayıyor. Biz de onlara, o filmlerin senaristleri arasında bir Metin Erksan, bir Memduh Ün, bir Atıf Yılmaz, bir Aydın Arakon olduğunu hatırlatalım. İzleyicileri kandırmak için değil, onlara hayal kurdurmak için yazılan senaryolardan söz ediyoruz; o günün sosyal, kültürel dünyasından haberdar, siyasî hassasiyetleri olan, Türk sinemasına damgasını vurmuş sinemacılardan söz ediyoruz. O hikayeler sahiden boş olabilir mi? Modern hayatın savurduğu, şehirlere oluk oluk akan göç dalgasıyla tanışan, çalkalanan ve hızla “modernleşen” bir toplumda ellerinden kaçıp giden hayata tutunmak için birbirine yaslanan, “dayanışan” küçük insanların dünyasını, hayallerini ve hayal kırıklıklarını anlatır o sinema.
Ve o filmlerde, savrulan, sıkışan, yoksullaşan insanlara bir çözüm, geleneksel bir çare de alttan altta her daim sunulur. Birbirine destek, birarada durma, kısacası bir “dayanışma” refleksi bir ilaç, çare gibi anlatılır. Gözleri para değil, dostluk ve dayanışma açacaktır. Dayanışma çaredir, şifadır, ilaçtır. Türkiye modernleşmesinin zaafiyeti, toplumu hızla dönüştürürken, dönüşümden zarar gören insanlara yardımcı olabilecek kurumların (sosyal yardım kurumları) eksikliğinde düğümlenir. Kağıt üstünde bu işleri yapabilecek bir çok kurum kurulmuş da olsa, pratikte, yani gerçek hayatta bu kurumlar hiç bir işe yaramaz. Bu nedenle, başı sıkışan insanlar, öncelikle ailelerine, daha sonra da sosyolojik cemaatlerine, dinî ve etnik kimliklerine sığınmaya çalışırlar. Yeşilçam bu eksiği çok erken fark etmiş, perdedeki “masallarında” çare olarak herkesin kolayca kabul edeceği dayanışmacı refleksleri senaryolarında baştacı etmiştir.
Dizide de, uzaktan uzağa bu hislere dokunulmaya çalışılsa da netice hiç de içaçıcı olmuyor. Örneğin, Gülperi’ye çaktırmadan düzenlenen yardım konseri fikri hayata geçirilirken kızın durumu asla fark ettirilmiyor mahalledekilere. Mütevazılık mı? Kim için, yalanlarla “paralel” bir dünyada yaşadığını zanneden saf kızın mütevazı olmaya hiç bir ihtiyacı yok. Onun aklı fikri ameliyatta! Hâlbuki filmlerdeki kız, ameliyatın hayalini de kursa, pek bir ümidi kalmamıştır artık, çengelli iğne satar durur. Yardıma ihtiyacı olan biri fark edilmezse, mahalledekileri için dayanışma refleksi nasıl harekete geçirilecektir? Tuhaf bir anlatımı var bu uyarlamanın, hikayeyi uzatmak için (“dizileştiriyoruz” aynı zamanda ya!) bir çok şeyi “sır” gibi saklıyor ama, izleyinin sırlarla pek işi yok, o meseleyi biliyor zaten ve görmek istiyor! Gösterilen ise bambaşka bir manzara, şöyle özetlenebilir: Olay örgüsünün bir ucunda safı safı bir kız var, öbür ucunda ellerinden asla bir iş gelmeyen, üç acemi yalancı.
Tekrarlamak gerekiyor. Üç Arkadaş filmininin her iki versiyonunu da izleyenler, ekrandaki acıklı manzaralar karşısında ellerinden mendillerini eksik etmeseler de, içten içe bilirler ki, sonunda mutlak bir çözüm bulunacak, zorluklar âlemi er geç pes edecek, dayanışmacılık sonunda galebe çalacaktır. Samimiyet ve iyi niyet asla mağlup olmaz. Hâlbuki, dizi ekranına bakan günümüz izleyicisi içinse, en azından bu “cast” ve senaryoyla, böylesi hisleri aramak ve bulmak neredeyse imkânsız. İşte böyle bir durumda, izleyicinin zihninde uyanan yegâne his, “aldatılma” oluyor. Ve ondan sonra izleyici, elindeki en acımasız aleti, uzaktan kumandayı kullanmaya başlıyor, zaplıyor, sevmediği diziyi kolayca haklıyor.
Tekrar baştaki meseleye dönersek, demek ki Yeşilçam klasiklerini uyarlamaya kalkışmak, aynı zamanda çok daha donanımlı bir izleyicinin “doğal” muhalefetiyle mücadeleye girişileceğinin de baştan kabul edilmesini anlamına geliyor. Yeniden çevrim yerine orijinal bir senaryo ile o günleri anlatmaya çabalamak daha pratik olabilir. Tabii ki, o tercihte de diğer bir tehlike kapıda görünüyor. Pastiş! Dizilerimizdeki pastiş belasını bir başka yazıya bırakalım.
Paylaş