Paylaş
Osmanlıca dersi de, siyasi kamplaşmamızın üzerine yeni bir ayrıştırıcı olarak eklenmiş bulunuyor. Eğitim Şurası'nda bazı tavsiye kararları alındı. Bunlar arasında en dikkat çekici olanlar; ilkokulların 1-2-3.sınıflarına din derslerinin konulması ve Osmanlıca derslerinin sosyal bilimler liselerinde zorunlu, diğer liselerde seçmeli olması.
Dikkatimi çeken bir nokta da; zorunlu din derslerinden çok, Osmanlıca dersinin tepkiye ve eleştiriye konu olması. Bu konudaki gerginlik, Meclis'in de gündemine geldi. Başbakan’la CHP Genel Başkanı arasında, polemikler yoğunlaştı.
DİN DERSİ SEÇMELİ OLMALI
Din derslerinin zorunlu olmasına, tüm eğitim kademelerinde karşıyım. Her ne kadar bu ders, din dersi değil, “din kültürü ve ahlak bilgisi” dersi olarak tanımlansa da, “Sünni” perspektifiyle sınırlı bir anlayışla hazırlandığını; ayrıca, öğrencilerin, namaz kılmak, sure ezberlemek gibi zorunlu uygulamalara mecbur tutulduğunu görüyoruz. Tüm "düzeltme" çabalarına karşın, sorunun özünün ortadan kalkmadığını, söyleyebiliriz.
Ailelerin, devletten, çocuklarına “din eğitimi” istemeleri, doğal bir haktır. Ancak, bu ihtiyaç, seçmeli ders yoluyla çözümlenebilir. Şimdi ise, bu konudaki zorunluluğun kapsamı, daha da genişletiliyor. Üstelik, bu durumu hak ihlali olarak gören bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı da varken.
OSMANLICA'YA DAHA ÇOK TEPKİ
CHP'lilerin ve laikçi çevrelerin sözcülerinin, din derslerinden çok Osmanlıca'ya tepki göstermelerinin nedeninin, daha derinlerde olduğunu fark etmek zor değil.
Osmanlıca'nın yasaklanmasına ve bir "harf devrimi" yoluyla Latin harflerine geçilmesine; bu çevreler tarafından, bir “okuma yazma kolaylığı”nın ötesinde anlamlar atfediliyor. Bu tavır alış; onların bakış açısına göre, "gericilikle kavga"nın, "şeriatçı Osmanlı'dan kopuş"un, en temel atılımlarından birisini oluşturuyor.
Osmanlı'yı, yeni kurulan devletin sırtında bir yük olarak gören bu anlayış, köklü bir kopuşa ihtiyaç hissetmişti. "Harf İnkilabı", bu açıdan uzun uzun düşünülmüş, felsefesi zamanla oluşturulmuş bir hamleydi.
"1928 Harf İnkılabı" döneminde Başbakan olan İsmet İnönü, asıl amaçlarını şöyle anlatır: “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi. Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.(…) Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. (…) Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.(İsmet İnönü, Hatıralar, cild 2, sayfa 223.)
İnönü'nün bu yaklaşımı hiç bir tereddüde yer vermeyecek kadar net ve açık.
Ancak şu da bir gerçek: Türkiye Cumhuriyeti; Osmanlı'nın ve İslam dünyasının mirası üzerinde gelişti. Bir çok kurum ve gelenek, istense de istenmese de, o zeminden devralındı.
Osmanlı, bir Arap devleti değildi, kültürü de Arap kültürü değildi. İçinde Türk, Arap, Fars, Ermeni, Rum, Yahudi, Kürt, Çerkes, Laz, Arnavut, Bizans kültürünün de izleri bulunan, zengin ve evrensel boyutları olan bir imparatorluk kültürüydü. Osmanlı’yı toptan reddetmek ve onun yerine başka kökler aramak, ne yazık ki, iyi sonuçlar vermedi. Cumhuriyet dönemi aydınlarının, tek parti sığlığına mahkum oluşunu, düşünce dünyalarındaki kısırlaşmayı; bugün daha net bir şekilde değerlendirebiliyoruz.
YUMUŞAK GEÇİŞ OLSAYDI...
Cumhuriyet, yeniyle eskiyi birleştirebilir, Batı'yla Doğu'yu harmanlayabilir miydi? Daha sakin ve kademeli bir geçiş, daha derin bir sentez mümkün olabilir miydi? Bu konuları birçok açıdan tartışabilir, değişik projeksiyonlar yapabiliriz. Sonuç olarak, “kademeli bir geçiş” tercih edilmedi. Arap ve İslam dünyasına, yani kendi Doğu'muza sırt çevirmemiz doğrultusunda, oldukça sert ve “içe kapanmacı” bir “kültürel propaganda” öne çıktı.
Sorun, Batı uygarlığına yönelmek, o uygarlığın zenginliğini sahiplenmek değil. Osmanlı da yönünü Batı'ya dönmüştür. Ama, Osmanlı; aynı zamanda, “Doğu”yu da içinde barındıran bir vizyonun taşıyıcı ve geliştiricisiydi.
Osmanlı İmparatorluğu, bir “dünya devleti”ydi. Kendine özgü, karmaşık bir tarihi arka plana sahipti. Osmanlı’dan “köklü kopuş” çabalarının, bir ilerleme olarak sunulması; bana gerçekçilikten uzak geliyor.
Osmanlı bizim geçmişimiz. Koparıp atmaya kalkmanın bir işe yaramadığını, bir sığlığa yol açtığını şimdi daha iyi görebiliyoruz.
Paylaş