Paylaş
Şehir tam anlamıyla yapış yapış. İki adım atıyorsun, ter okyanusundasın.
Taksiye binince her seferinde yalvarıyorum mesela, “Abi klima yok mu?”
Aslında var tabii, ama o klima hep “bi zahmet” açılıyor, homurdana homurdana.
Vur dedin mi öldürenler de oluyor tabii.
Geçtiğimiz günlerde bir amca sonuna kadar -intikam alırcasına- açtı, sanırsın Alaska’dayız.
Neyse, işte böyle yapış günlerden birinin akşamında Kuruçeşme’deki Les Ottomans Oteli’ndeki bir partideyim.
Red Bull’un düzenlediği partiye girer girmez anlıyorum, “Buralar da esmiyor.”
Ortamın özeti: Şehirde kalan herkes partiye akın etmiş.
Buna şehirdeki yabancı mankenler dahil.
Hatta öyle ki, onlar gecenin aşırı nem oranına hiç aldırmadan şahane tepiniyorlar.
Gıptayla bakıyorum, çünkü iki salınsam ter boşanacak üzerimden diye ben heykel gibiyim. O derece sabit, o derece mimiksiz.
“Selammm, naber?” diyerek gelen tanıdıklara yanağımı bile uzatmıyorum, yanaklarımız kaygan zemin çünkü, gerek yok öpüşmeyelim.
O sırada yanımda duran arkadaşıma bir kız çarparak geçiyor. Arkadaşım “Napıyorsun” deyince kızın tepkisi de bir film repliği kadar enteresan oluyor: “Bu kadar hassas olma, benim alerjim var.”
MADEM ÖYLE, YÜRÜRÜM
Yabancı mankenlerin aşırı salınımıyla beraber ortamdaki nem oranı yükselince içimdeki ses diyor ki: Eve gitme zamanı...
Ama eve gitmek de kolay olmuyor.
Sanırsın Boğaz hattı o eski günlerinde. Reina filan açık. Boydan boya bir trafik.
Herkes yollarda taksi bekliyor.
Uber çağırıyorsun, hepsi iptal edip diğer şoföre atıyor topu.
Böyle şehirsel çaresizlik anlarında Masai’leri düşünüp kendimi rahatlatıyorum:
Onlar her yere yürüyor, ben neden yürümeyeyim ki?
Yürümeye başlıyorum, ama Arnavutköy’e varınca bir taksi buluyor ve hop biniyorum.
Masai olma hevesi bir başka zamana artık.
İçime attım ne varsa anlamaya çalıştım her şeyi
Şehrin böyle gecelerinde başka ne yapılır?
Harbiye Açıkhava’da konsere gitmek de hoş seçeneklerden biri elbet.
Açık alandasın, müzik var, ferah ferah; bıdı bıdı.
Ama işte bu yapış gecelerde durum pek öyle olmuyor.
Geçtiğimiz gün gittiğim konserde yanımda oturan kişiyle omuz omuzaydık resmen.
Ayrıca konser öncesi konuşmalara doyamadı.
Amerika’daki eşini facetime’la aradı, tüm aile üyelerinin isimlerini filan ezberledim o yüksek sesle konuşurken...
Sonra konser başladı. E bizim şarkıcılar da “1.5 saat konser verip sahneden ineyim” şiarı yok, söyledikçe açılıyor, açıldıkça sizi o koltuğa mıhlıyorlar.
“Pardon çişim geldi” diye eski Türkiye Tarkancılığı da yapamıyorsun. Şarkıdaki gibi oluveriyorsun: “İçime attım ne varsa, anlamaya çalıştım her şeyi.”
Serin salona doğru koş koş, ya sonra?
Bir başka yapış gece.
Ne yapılır böyle bir gecede?
Buldum! Serin bir salonda sinemaya gidilir.
Üstelik “Mamma Mia” gibi bir film varsa sinemaya gitmek ballı kaymak bir durum olabilir.
Beyoğlu Grand Pera’da bir seans bulunuyor.
Hatta arkadaşım sinemayı da arıyor, “Tabii tabii seans var” diyorlar.
İstiklal Caddesi’ndeki Arap Baharı içinden sürekli bir sağa bir sola, nerede boşluk varsa artık yürüye yürüye, yüzde 80 nem oranlarında buharlaşa buharlaşa Grand Pera’ya ulaşıyoruz.
Gişedeki arkadaş diyor ki, “Salon çok boş diye seansı kaldırdık.”
Canım ya, ne kadar haklı bir gerekçe.
Kös kös “Ne yapsak?” diye düşünüyoruz tabii.
Madem amaç serinlemek, serin bir terasa gidelim bari oluyoruz.
Nemlendirici krem olmaya ramak kala Klein Garten’a ulaşıyoruz.
Ulaşır ulaşmaz küçük bir şok: Pazar pazar buranın kalabalığı ultra şaşkınlık verici.
Sanırsın cumartesi gecesi filan, o derece.
Ortadaki platforma serili kilimlerin üzerinde oturan gençler etnik bohem akımın son temsilcileri. Müzik de zaten o tarz, gıy gıy.
Bu tip müziklerde en fazla kafanı sallıyorsun tatlı tatlı.
Bu nemli ortamda o kadarını yapıveriyorum tabii...
Paylaş