Paylaş
İner inmez henüz bir haftalık iPhone’um oldu mu kilit, kaput. Galiba bir Hıncal Uluç laneti bu. Yazdı ya geçenlerde Hıncal Uluç: “3G’ye de karşıyım, laptop’a da, gazetecileri tembelleştirdi bu teknoloji denen illet”.
HU laneti ya da değil, bir şey bozulunca çok sinirleniyorum. Televizyonsa televizyonu, telefonsa telefonu fırlatıp atasım geliyor. Bu kez fırlatıp atmadım, sabrettim. Ertesi sabah bir Apple mağazası buldum. Görevli çocuk birkaç tuşa aynı anda dokundu ve hoop düzeldi. Ben de salak gibi baktım tabii. “Bu mudur yani?” diye.
Telefon maceraları bununla bitmiyor. En fenası şu: İsviçre’ye beraber geldiğim arkadaşım uçakta telefonunu açık unutmuş!
İndiğinde fark etti. “Ama ben kapatmıştım” dedi ısrarla, yeminler etti. Dönüş uçağında telefonunu hostese teslim etmesi gerektiği konusunda onu ikna ettim.
Şimdi bu maceranın şans eseri ‘olumlu’ bitmesinden feyz alıp “Şahane! Ben de açayım bari uçakta telefonu” demez umarım kimse.
Topluma kötü örnek olmak istemeyiz nitekim... Aman aman.
Zürih’ten Lugano’ya trenle: Heidi’nin peşinde
Gelelim İsviçre izlenimlerine... Zürih fena halde düzenli, küçük, gölünün iki yakasında muhteşem evler barındıran kendi halinde bir Avrupa şehri. Hatta Tina Turner’ın bile evi varmış o malum göl kenarında (Altın Sahil de diyorlar oraya).
Daha geçenlerde Tyler Brule’nin Monocle’una göre ‘dünyanın en yaşanılası şehri’ seçilen sıkıcı Zürih’te yaşamak, ne kadar yaşamak olabilir diye düşünmedim değil.
Telefonunu uçakta açık unutan arkadaşım, “65 yaşından sonra yaşarım burada” deyince olay kapandı, kendiliğinden çözüldü işte. Zürih’te fazla kalmayıp trene atladık.
Hedef, İsviçre’nin en güneyindeki İtalya sınırına yakın Lugano şehri.
Tren seyahati gerçekten çok zevkli. Karadeniz’i anımsatan muhteşem manzaralar eşliğinde (dağ-dere-tepe-göl) şahane bir yolculuk yapıyorsunuz.
Lugano görünüyor, trenden iniyoruz. Hava nasıl nemli, nasıl sıcak. Sanki deniz kenarındayız. Evlerin mimarileri ve insanların tipleri Zürih’tekinin tam aksi üstelik.
Zürih’teki o bankacı, beyaz tenli tipler gitti. Yerine salaş, esmer, harala gürele konuşan İtalyanlar geldi.
İsviçre gibi değil burası, direkt İtalya. Aslında İsviçre’nin kafamızdaki imajı tam olarak ne, o da tartışılır.
Malum, İsviçre eşittir biraz da Heidi demek. Heidi’nin dedesinin dağlardaki evi demek. Gerçi Heidi’nin dedesinin evine benzer sürüyle ev gördük dağların yamacında, trenle buraya sürüklenirken.
Orada bir sorun yok. Ama kırmızı yanaklı Heidi göremedik, o ayrı. Gerçi Rappersville’deki garson kız dolaylı bir Heidi’ydi aslında, bol allık kondurulmuş yanakları vesilesiyle...
Bu arada Lugano’nun bu kadar sıcak/nemli olmasının nedeni, elbette dağlar arasında kalan o koca gölü (burada da bir Van gölü canavarı bilmiyoruz henüz).
Gece olunca tam da bu göle kıyısı olan bir kulübe gittik, adı Lido.
‘Açık telefoncu’ arkadaşım şıkır şıkır topuklularıyla içeriye girince hayal kırıklığına uğradı, “Burada herkes çok spor, inanamıyorum”.
Aynen öyleydi, kimse kasmamıştı.
Reina’nın bıdık bir versiyonu olan bu kulübe bermuda şortuyla, parmak arası terliğiyle kopup gelmişti Lugano gençliği.
Güzel miydi? Eh işte, idare ederdi.
Lugano’da durum şimdilik bu. Milano’ya çok yakın olduğu için Lugano, trenle bir buçuk saat sonra filan oraya inmek de mümkün.
Gitsek mi acaba? Kafalar karışık. Tablo gibi karşımızda duran Lugano’dan ayrılmak da zor. Arkadaşımın tuhaf ama gerçek tespitlerinden biri gibi şu anda hayat:
“Şu gölde kaz olmak varmış, çok güzel ya!”
Paylaş