Paylaş
Film bitsin diye beklerken buldum kendimi. Çünkü “Şahane Misafir” şaşırtıcı bir şekilde diğer Özpetek filmleri gibi akıp gitmiyor, sarıp sarmalamıyor, habire duraklıyor.
Belki ana karakterin hikayesine çok derinlemesine bakılmayışından belki de alışık olduğumuz üzere bir büyük bir aşk ya da tutkuya filmde yer verilmemesinden...
Yoksa diğer Özpetek filmlerinde olduğu gibi bu filmde de formül hemen hemen aynı:
Bir tatlı kaşığı güzel yemek sahnesi... (bu kez bolca kruvasan görüyoruz)
Üç çorba kaşığı geçmiş zaman/şimdiki zaman çatışması... (bildiniz, geçmiş zaman karakterleri yine 2. Dünya Savaşı’ndan)
Bir adet gay karakter... (bu seferki fazla şaşkın, aseksüel ve asosyal)
Bir adet Türk oyuncu... (Evet Cem Yılmaz gayet başarılı)
500 gram kadar herkesten saklanmış bir sırrın açığa çıkması... (olmazsa olmaz)
Ve tüm bunların üzerine özenle serpiştirilmiş hayata/ilişkilere dair şık bir mesaj... (Şahane Misafir’in mesajı ya da polemiği ise belli: Sanat, hayatın kendisinden üstündür)
Filmin tüm malzemeleri yerli yerinde gibi görünüyor ama işte tadı tuzu eksik kalmış.
Bazı sahneler gereksiz yere uzamış. İç sıkıyor.
- DİKKAT, BU KISIM İPUCU İÇERİYOR
Final tıpkı “Karşı Pencere”deki gibi, oyuncunun bize uzun uzun bakmasıyla sona eriyor.
En çok aklımda kalan sahne ise Sezen Aksu’nun seslendirdiği MFÖ bestesi “Sude”nin fonda gümbür gümbür çaldığı, atölyesinde travestileri çalıştıran “mafya abla”yı ziyaret sahnesi...
Samimiyetsiz yanıt
Ayşe Arman, pazar röportajında ünlü reklamcı Hulusi Derici’ye sormuş.
“Hitler’in bir ulusu sabun yaptığı, sabunla şampuan arasındaki benzerlik hiç aklınıza gelmedi mi?”
Derici’nin yanıtı aynen şöyle:
“Hayır, gelmedi. Gelseydi yapmazdık. Ne bizim ne ajans çalışanlarının ne müşterinin ne de filmin post prodüksiyonunu yapanların aklına geldi. Artık sabunu sadece lavaboda kullanıyoruz, şampuanla başımızı, duş jeliyle de vücudumuzu yıkıyoruz.”
Reklamcıların bir reklam üzerine çalışırken hayatla ilgili bağlantılarını koparmadıklarını, tam aksine beyin fırtınası üzerine beyin fırtınası yaptıklarını, reklamın temasını oluştururken günlerce kafa patlattıklarını gayet iyi bilindiğine göre bu ekşi yanıtın hiç de gerçek görünmediğini/durmadığını söylemek gerek. Üstüne basıp kaymak pahasına...
Nasıl geçti habersiz hafta sonu
- CUMA SAAT 23.00... Havalar ısındı ve bu şehrin en güzide sorunu buram buram kendini göstermeye başladı: Ter! Nitekim bindiğim taksinin içi maşaallah, kokudan nefes alınamıyor.
- CUMA SAAT 01.00... Rehab’in kapısından geçerken Lerna bizi yakalıyor. Lerna’yı gece kuşları iyi bilir. Birkaç yıl önce Cahide’nin kapısındaydı Lerna Narlı.
Kimler mekana girecek ya da girmeyecek o karar verir, seçerdi.
Ve gece boyu ayakta durmaktan kaçınmadığı gibi, bir an olsun gülümsemesi eksik olmazdı yüzünden.
Lerna şimdi Rehab’in kapısında. Güler yüzü de yerli yerinde. O bizi en sempatik haliyle yakalayınca Rehab’e girmezlik edilemedi tabii.
- CUMA SAAT 01.45... Rehab’in yan komşusu Nu Pera’dayız. Jagermeister kuşatması altında...
- CUMARTESİ SAAT 12.30... Atiye Sokak’taki ilk The House Cafe’de uzun kahvaltı zamanı. Meğer burası yenilenmiş, genişlemiş, gıcır gıcır olmuş. Tarihi eser kıvamından (apartman girişindeki ilk Nişantaşı kafelerinden) kurtulmuş, üstündeki tozu toprağı atmış.
Zaten bizde hiçbir şey eski kalamaz malum, her şey bir süre yenilenmek zorunda. Eski kalmasına dayanamıyoruz.
Neyse, mekanın bu hali iyi hoş, ama servis çok ama çok yavaş.
Her şey gecikiyor. Hatta hesap bile. Bir karmaşa var yani Atiye House’da. Keşke bir de buna el atan çıksaymış.
Paylaş