Tamamen görev duygusuyla, “artık bu sosyal bir olgu, görmek lazım” hissiyatının stresiyle Oscar’lı Milyoner’e gidecekken son dakikada Recep ıvedik seansına dalıverdim.
İlkine göre daha iyi diye bir şeyler mi okumuştum ben?
Yok öyle bir şey. Aynı tas aynı geyik. Sadece daha az küfürlü, daha kentlilere göre kurulmuş filmin çatısı.
Evet, bir-iki yerde gülüyorsun. Mesela Starbucks sahnesinde. Mesela nineli sahnelerde.
En matrak bölüm “ağustos böceğiyle karınca hikayesi” iken, onda da güzel bir final esprisi yok. Sonuçta, geriye kalan çoğu sahnede sıkıntıdan patladım.
Çünkü film hep aynı çelişki üzerine dön babam dönüp durdu.
Çalışmayı istemediği ve bilinçsiz de olsa toplum kurallarını altüst etmeyi sevdiği için kendine göre anarşist, bazen esprili, dan dun sevimli bir hanzo olan Recep; seçkin cemaatin, iş dünyasının, kısacası burjuvazinin içine girerse ne olur?
Komik şeyler olur tabii. Ama sürekli bu tekrarlanırsa sıkar!
İnsan bir noktadan sonra gülemiyor yahu.
Bir de bazı sahneler gereksiz uzun. Hadi diyorsun, kes montajcı, geç burayı... Yok uzadıkça uzuyor, sanki gülme boşluğu bırakılıyor seyirciye.
Budur yani kişisel raporum, ikinci R. ıvedik filmi için...
Yükselenler, bıktıranlar, alakasızlar...
YÜKSELEN: Daha düne kadar ressam Taner Ceylan’ın resimleri “marjinal” ve “pornografik” bulunurdu. Hatta Yeditepe Üniversitesi’nde öğretim üyesiyken, bu tarz resimleri nedeniyle üniversite tarafından Ceylan istifa etmeye zorlanmış, nitekim etmişti de... (Nasıl üniversiteymiş bu Allahaşkına?)
Ceylan tüm bu Türk çalımlarına inat, bugün Londra’daki ünlü Sotheby’s müzayede evinde “Spiritual” adlı son eserini (görmüşsünüzdür, fotoğraf mı resim mi olduğu ayırt edilemeyen o kanlı boksör) satışa çıkarıyor.
Üstelik 30-40 bin sterlin arası bir rakamdan...
BIKTIRAN: Sanki bana her gün kitap çıkarıyormuş gibi geliyor Elif şafak. En son (yeni bir kitabı daha dolayısıyla) röportajı vardı Milliyet Pazar’da. Hep aynı söylem üstelik dilinde... Bir okur olarak okumaktan ne yazık ki bıktım. Oysa artık; yeni şeyler söylemek lazım.
NE ALAKA: Eren Talu’nun Kur’an okumaya başlamasından yola çıkarak Ahmet Hakan şöyle bir alaka kurmuş: “Bu arkadaşlarımız, çok değil, üç vakit önce kendilerini keşfetmek ve gerçekleştirmek adına Hindistan’da ‘baba’ ararlardı... Ruhsal gereksinimlerini yoga ve pilatesle gidermeye kalkarlardı...
Hadi Hindistan’da baba/guru (en popüleri Osho’dur) aramak tamam da, yoga ve pilates örneği pek olmamış.
Hele ki pilates bambaşka bir şeydir. Ruhu filan da rahatlatmaz. Basbayağı spordur. Spiritüel boyutu hiç yoktur. Küçüklüğünden beri fiziksel sorunları olan bir Alman’ın, Joseph Pilates’in bulduğu pilates, I. Dünya Savaşı’nda sakatlanan askerleri iyileştirmek için kullanılmıştır. Ve yıllar sonra da tekrar popüler olmuştur.
Neyse, bu kadar Wikipediamsı bilgi yeter.
Derdim anlaşıldı herhalde, o örnek kel alaka olmuş.
Kötü kader mi olasılıklardan biri mi
Bu tür etiket lafları sevmem, ama gel gör ki, kötü kader dedikleri bu olsa gerek.
Medyanın “sosyete rapçisi” diye tanıdığı, öyle sıfatlandırdığı Mert ıçgören, Amsterdam’daki uçak kazasından yaralı kurtuldu. Business’ta oturan babası ise hayatını kaybetti.
Babasının cenazesi geçtiğimiz günlerde toprağa verildi.
Mert ise Amsterdam’daki hastanede yattığı için törene katılamadı.
Böylesi bir durumda insan ister istemez olasılıkları gözden geçirir herhalde.
Mesela: Eğer business’a bilet bulabilseydi, belki Mert de babasının yanına oturacaktı.
Ya da tam tersi: Mert’in yanındaki koltuk boş olsaydı (belki de boştu, bilmiyorum), babası bir ara oğlunun yanına sohbet etmek için gelip oturabilirdi. Özellikle de inmeye yakın bir zamanda. Mert elbette şu an üzüntüsünden bunları düşünecek halde değildir.
Ama tüm bu olanlara ben “kötü kader” değil de, “olasılıklardan biri” demeyi tercih ediyorum.
Evet sadece olasılıklardan biri. Diğer yüzlerce başka olasılık niye gerçekleşmedi, bilinmez. Ya da gerçekleşmeyen olasılıklar neden ıskalandı? Tek bildiğim, bunun adı kötü kader değil.