Paylaş
Serenay haberi hemen yalanladı. “Arkadaşız” dedi.
Nitekim doğru, bana kalırsa da iyi arkadaşlar.
Arkadaş kalmaya da devam edebilirler.
Yetişkin bir kadınla erkek yemeğe çıktı, bir yerde görüntülendi diye bu onların sevgili olduğu anlamına gelmez.
Ama bir noktada durumları Marilyn Monroe ve Arthur Miller ilişkisinde olduğu gibi başka yöne evrilebilir mi?
Olabilir, hayat bu.
Nitekim Miller ve MM ilişkisi en sevdiğim hikâyelerden biridir.
Hatırlayalım:
Hollywood’un gösterişinden uzakta, kendi halinde bir yaşam sürdüren evli ve iki çocuk babası yazar Arthur Miller’ın hayatı Marilyn Monroe’yla tanıştıktan sonra değişir.
Miller uzun süre MM’ye dirense de sonunda ona kayıtsız kalamaz. Monroe, Miller’a yazdığı kısa mektuplardan birinde ona şöyle der:
“İnsanların çoğu babalarına hayranlık duyar, ama ben böyle birisiyle hiç karşılaşmadım. Hayran olacağım bir insana ihtiyacım var.”
Sonunda ikili Hollywood’u şaşırtan bir şekilde evlenir.
Entelektüel bir yazarın MM gibi dönemin en ünlü oyuncusuyla evlenmesi çok fazla eleştirilir.
Bu evlilik bir süre sonra bitince MM şöyle der:
“Yaşamım boyunca Marilyn Monroe’yu oynadım. Her zaman her şeyi daha iyi yapmaya çalıştım. Peki sonuç ne? Yalnızca kendi taklidimi oynuyorum. Beni Arthur’a çeken şey de işte buydu... Onunla evlendiğimde, onun sayesinde Marilyn Monroe’dan uzaklaşmayı başaracağımı sanıyordum.”
Yeni kapanma, yeni refleksler
Yeni bir kapanmaya daha hoş bulduk. Bu kez nasıl olacak hiçbir fikrim yok.
Tek bildiğim şu: Kuryeler artık yeni ailem oldu.
Gündelik rutinimde en çok onlarla karşılaşıyorum.
Evde zırt pırt bir şey ansızın tükeniyor, hop sipariş...
Şimdi azıcık kuruyemiş fena olmaz mıydı diyorum, hop tekrar sipariş...
Bu sabah biraz detoksa girip kereviz suyu mu içsem diye coşuyorum, hop yine sipariş...
Siparişlerim ultra dengesiz ve kabul edelim şımarıkça.
Kuryelerimiz ise sağ olsunlar, ultra dakikler.
Bir de şöyle bir şey oldu: Artık kurye motosikletlerinin sesini bir sokak öteden duyuyorum, “Hah geldi benim kurye” oluyorum.
Çünkü neden?
Apartman otomatiğimiz bozuk, çalışmıyor.
İster istemez kuryenin motosiklet sesini takip etmek zorundayım, böyle bir refleks geliştirdim.
İnsan nelere refleks geliştiriyor mecbur kalınca, şaşkınım.
Keza bazı kuryeleri aplikasyondan da takip ediyorum, “Yola çıktı, geliyor, köşeyi döndü, az kaldı” filan diye.
Evde kendi kendime sipariş tiyatrolarındayım yani, durumum fena...
Bu döngüden kurtulmak için yine bir sipariş mi versem?
Sarılma öpüşme olmasa da olur
Tanıdık, tanımadık fark etmez; biriyle bir araya gelince giriş konuşması olarak korona ve aşı muhabbeti yapmaktan sıkıldım.
Aynı bilgileri evir çevir konuşuyoruz.
Biliyorum, konuşacak en önemli şey o.
Ama eskiden yeni bir albüm ya da ne bileyim yeni bir film üzerine filan konuşurduk.
Eski normalin en çok o yanını özledim aslında.
Sarılmalar, öpüşmeler olmasa da olur.
Sadakatimi satıyordum bazen, alan yoktu
Bu yeni kapanma döneminin albümü, yeşeren baharın cıvıllığına inat/tezat bir çalışma: Teoman’ın “Gecenin Sonuna Yolculuk” albümü. Üzerinde uzun uzun yazılmalık bir albüm.
Ama şimdilik dikkatleri kısa metraj film tadındaki “Viski ve Lazanya” şarkısına çekmek isterim.
Bir otel odasında yaşanmış (ya da yaşandığını varsaydığım) hikâyeyi çok güzel anlatmış Teoman. O şarkıdan en çok aklımda kalan iki dize şu:
İlki, “Sadakatimi satıyordum bazen, alan yoktu.”
Diğeri de şu: “Delikler olmasaydı ruhumda, anlardım belki.”
Paylaş