MEHMET ALİ ERBİL’İN SIZLANMALARI Mehmet Ali Erbil’in malum turistik Küba fotoğrafı üzerine, “Beni, çevremi ve toplumu enayi yerine koydular” diyerek kendi kişisel yıkıntı dünyasına 70 milyonu birden ortak etmesi ne acayip, ne içler acısı bir durum! “Bize ne hacı?” diyesim geliyor. Yetmiyor; Mehmet Ali Erbil’e hitaben “Seni severim Mali, ama bak hata yaptın” gibi köşe bucağından uzun uzun nasihat döşenenleri de aklım almıyor. Ayrıca, Milliyet Cadde yazarı Çağdaş Ertuna’nın yazdığı gibi, Küba’daki tatili sırasında kalkıp Tuğba-Önder ikilisinin fotoğrafını çeken şahsın içine kaçmış paparazzi ruhunu da hiç mi hiç anlamıyorum... Bir dakika; yoksa, yoksa Mali bir dedektif filan mı tuttu?
HINCAL ULUÇ’UN FANTASTİK YAZISI Aslında Hıncal Uluç en son Fatmagül yazısında iyi şeyler de söylemiş. Ama bir gecelik ilişki ve tecavüz ilişkilendirmesi öyle fantastik olmuş ki, doğal olarak herkes yazının bu kısmını konuştu. Yani Uluç, kendi yazısının reytingi uğruna her zamanki gibi bilerek abartmış. Bu yüzden ekstra celallenmenin, yeri gelmişken Uluç’a çakmanın, tartışmanın manası yok.
DENİZ AKKAYA’NIN 12 YILLIK DAVASI Deniz Akkaya’nın eski İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım’a açtığı tazminat davası tam 12 yıl sonra sonuçlandı ve gazeteler olayı genelde şöyle sundu: “Deniz Akkaya’nın zaferi”. 12 yıl sonra gelen sonuç zafer olabilir mi? Akkaya ne yapsın 12 yıl sonra gelen adaleti? Herhalde gülüp geçmiştir, “pes yahu!” demiştir. Ben olsam derdim. Çünkü hali hazırda bir davam sürdüğü ve süreç uzadıkça uzadığı için o ruh halini çakabiliyorum. Adalet dediğin Lost gibi, Yaprak Dökümü gibi sezon sezon uzadıkça uzuyor bu memlekette.
LİVRA DEĞİL LİVAR Çarşamba günkü yazıda beynim error vermiş, Arnavutköy’deki Livar’ı Livra diye yazmışım. Bu arada bu mütevazı restoranın meğer ne çok müdavimi varmış, herkes mekan hakkında bir şeyler yazıp gönderdi. Hatta bir mail’de, “sen hep A plus yerlere giderdin oysa yiğen” şeklinde bir serzeniş de vardı. Ama bu serzenişi kabul edemiyor deli gönlüm, çünkü bırakın İstanbul’u sevgili serzenişçi okur, Anadolu şehirlerindeki barlara/ve hatta pavyonlara gitmişliğim bile var (bakınız: Türkiye Nasıl Eğleniyor yazı dizisi).
ŞU ANDA EN SEKSİ MESLEK NEDİR Şu dönemin en seksi mesleği nedir? İki-üç yıl önce olsa DJ’lik filan derdim. Ama onun da seksi bir yanı kalmadı. Artık en seksi ve herkesin olmak istediği şey “tasarımcılık”. Üstelik “tasarımcı” deyince kendine, gayet sonsuz tasarlama seçeneklerin var önünde: İster kıyafet tasarla, ister ayakkabı, ister şapka, ister uçakların koltuklarını, ister sandalyeleri, arabaları, binaları... Çok şey var. Tasarımcı sanki her şeyi tasarlayabilirmiş gibi; şimdiki algılama biraz öyle. Markalar da tasarımcılığın bu seksapelini kullanıyor elbet. Ünlü, ünsüz tasarımcılara (hatta işi bu olmayanlara) ürünlerini yeniden tasarlatıp üstüne de şık mekanlarda hoş partiler vererek konumlarını yeniden parlatıyorlar. En son Nike ayakkabılarını tasarlatmıştı. Şimdi de Absolut sınırlı sayıda ürettiği yeni şişesi Glimmer’ı tanıtmak için tasarımcılarla çalışmış. Herkes havalı bir şişe içinde sunulan Glimmer’ı kendine göre yorumlamış. Ben en çok Beliz Sarıyer’in mücevher kutusu olarak yorumladığı Glimmer’ı sevdim. Meraklısına, tasarım halindeki Glimmer’ın sergileneceği parti pek yakında, 2 Aralık’ta, yenilenen W Lounge’da olacak...
‘Bal’ filminden sonra...
Sinemada izleyememiştim. Geçen gece cnbc-e’de izledim Semih Kaplanoğlu’nun “Bal” filmini. Çok çok iyi geldi. Ayrıca filmi izledikten sonra şöyle şeyler de oldu: Karadeniz’e gitmek istedim... Çocukluktaki tuhaf dünyayı, takıntıları anımsadım... Canım süt içmek istedi... Karadeniz’e benzer bir yerde filmini çektiği için ara sıra Lars Von Trier’nin “Antichrist” filmi aklıma geldi, ürktüm. Bu kadar iyi ve “saf bir film” çektiği için Semih Kaplanoğlu’na teşekkür ettim. Ama fısıldayarak...