Ya da Ankara’cı ve İstanbul’cular. Bu da onun gibi bir şey işte: Londra’cılar ve New York’cular. Londra’da yaşayan Türk arkadaşım diyor ki, “Burada yaşasan, New York köy gibi gelirdi sana”. Abarttığını söylüyorum, “hadi canım” diyorum, NY’un enerjisinin bambaşka olduğundan, Londra’nın daha oturaklı ve yaşlı durduğundan dem vuruyorum. Tamam, bir yere varmayan sabun köpüğü bir tartışmadır bu, iki şehri karşılaştırıp durmak. Ama zevkli işte, insan duramıyor. Hele o esnada bu iki şehirden birindeyseniz daha zevkli. O zaman karşılaştırmalara doyamıyorsunuz. İki arada bir derede, kül krizlerinden önce gittiğim Londra’da da sadece karşılaştırmalar değil, hoş karşılaşmalar da yaşandı. Buyrun, anlatıyorum:
YÜZ YIL ÖNCE YAŞAMIŞLARIN KOKTEYLİ!
* Önce uçmayı pek sevmeyen, bu yüzden uçaktayken tüm neşeli hali sıfırlanıveren genç tasarımcılardan Zeynep Tosun’la karşılaşıldı. Meğer Tosun, Londra’nın ikonlarından biri olarak kabul edilen Beefeater’ın (bir adet cin markası) özel projesinde yer almak için kendini sokaklara vurmuş. Proje hoş: Zeynep bu Londra markasından yola çıkarak kendi çizgisinde bir koleksiyon hazırlayacakmış. Daha sonra bu koleksiyonu mayıs ayında ıstanbul’da sergileyecekmiş. Ve şimdi ilham için Londra’daymış. Sokak sokak mekan mekan arşınlayacakmış şehri, güzel iş! Bir gece ekibiyle birlikte beni de birkaç mekana götürdü Zeynep. Önce Notthing Hill’deki Montgomery Place’e. Sonra da yine aynı civardaki Beach Blanket Babylon’a. Montgomery’nin en hoş yanı, yüz yıl önceki kokteylleri sunmalarıydı içki menülerinde. Özüne sadık kalarak yapıyorlar o kokteylleri ve hiç abartmıyorum, bir anda çarpılıyorsun. Yüz yıl önce yaşamış olanlar anlıyorsun ki bayağı sert kokteyllerden hoşlanıyormuş! Bizim şimdi içtiklerimiz çocuk oyuncağıymış... Beach Blanket Babylon ise içimi baydı. Zindandan bozma bir restorandı. Yerin altına iniyorsun kat kat. Zaten mumlarla aydınlatılmış hayli loş bir mekan. Başkasına hoş gelebilir, ama dediğim gibi beni bunalttı BBB. * Başka bir karşılaşma daha: Dört ay önce Londra’ya yerleşen bir diğer Türk arkadaşım... ıstanbul’da çalıştığı işten kovulunca aldığı tazminatı hayırlı bir işe yatırdı son dakikada: Londra’da master yapma işine! Ve şimdi İstanbul’daki havalı pozisyonundan uzak hem master yapıyor hem de Vauxhall civarındaki bir barda barmenlik. Halinden memnun, kısa sürede oluşmuş Londra anılarından bahsediyor şehvetle. “Tamam” diyorum, “anıları geçelim, hadi şehrin başka bir yakasına gidelim”. Daha önce bir kez uğradığım Shoreditch’e ışınlanıyoruz. Ve orada Juno’ya ve şu an adını maalesef anımsamadığım bir sürü bara uğruyoruz.
DERİ MONTLA ÇAY SEREMONİSİNDE...
* Son bir karşılaşma... Bu kez en şık halimle beş çayı seremonisi için Ritz’deyim. Lipton’un davetlisi olarak... Ama kendime göre şıkmışım demek ki, kapıda görevli beni yeterince şık bulmuyor ve diyor ki, “Bayım, kravatınız yok”. “Evet yok” diyorum, “O kadar şık mı olmak gerekiyor?” Gerekiyormuş, kural buymuş. Ben ise etcetura’dan aldığım siyah pantolonum ve onun üzerine uydurduğum siyah deri montla şık olduğumu düşünüyordum. Tanrım, büyük yanılsama! Neyse ki Lipton’cular beni kurtarıyor. “Davetlimizdir” deyip adamı atlatıyorlar. Böylece çay seremonisinin yapıldığı şatafatlı salona girebiliyorum. Evet, içerdeki hanımlar beyler üşenmemişler; herkes balo kıyafetiyle seremonide... Bir tek ben deri montla sırıtıyorum. Hay bin kunduz! Çaktırmadan montu çıkartırken Lipton davetlileri için ayrılmış odaya geçiyorum. Sonra da yuvarlak masaya oturuyorum. Önümde dört tane fincan var. Hepsi bana ait. Çünkü dört farklı çay içilecekmiş. Vayyy! Çaya doyacağız yani. Masanın hemen ortasında ise küçük tatlılar, tuzlular var. Çok çekiciler. Ama çaylar konulmadan elimi sürmüyorum. Deri monta benzer bir skandal daha yaşamak istemiyorum. Ve çaylar geliyor. Önce yeşil çay konuyor. Ve anında bilgisi aktarılıyor, mayalanmamış çaylardan biriymiş yeşil çay. Ardından bildiğimiz, millet olarak lıkır lıkır içtiğimiz siyah çay konuyor ikinci fincana. Bu da mayalanmış çaymış. Yani daha ağır, daha keskin bir çay aslında... Üçüncü çay olarak ise Çinliler’in içtiği Oolong çayından tadıyoruz. Bu da yarı mayalanmış bir çay türüymüş. Bulursanız deneyin Oolong’u, tavsiye ederim. Ve son olarak isli çay! Evet bariz is kokusu geliyor çaydan. Ne yalan söyleyeyim, içemiyorum, yarıda bırakıyorum. Bana fazla geliyor isli çay. * Durum bu. Birkaç Londra karşılaşması daha vardı, ama onlar sığmadı, başka sefere artık...
Klip Atlası
EMRE AYDIN/BU YAĞMURLAR Emre Aydın gelecekte mutlaka bir korku filmi çekmeli! Ya da bir korku filminde oynamalı. Bilmiyorum, ikisinden biri işte. Çünkü klipleri istisnasız geriyor adamı. Bu son klibi de öyle. Fazlasıyla gerici. Hele klipte iki kardeşi oynayan o iki küçük çocuk. Biri piyano çalıyor, diğeri çığlık atıp kaçıyor arada. İkisi de mutsuz belli, biri diğerini teselli ediyor. Bertolucci’nin “The Dreamers” filmindeki gibi bir ilişkileri var. Karmaşık, tutkulu. Arada Emre Aydın çıkıyor klipte. O da dev bir yemek masasının arkasında şarkısını söylerken sanırsın bir adet vampir. Edası öyle, bembeyaz suratı öyle, romantik bir şekilde acı çekerek şarkı söylerken, “annem için” diye inlerken öyle... Bir klip bu kadar şey hissettiriyorsa tabii, o klip aslında iyi kliptir. Ve bu klip de iyi kardeşim, on üzerinden 10 veriyorum. Verdim gitti, ısırdım gitti.