İki kitap: Ali, Ramazan Perihan ve Sayım

BİR: ÖNCE MAĞDEN’LE KOŞAR ADIM BİR TUTKU
Hiç sevmem öyle, “Bir oturuşta bitirdim valla kitabı, öyle sürükleyici” diye gizliden “hızlıyım evelallah” böbürlenmelerini.
Marifet değil sonuçta, bir oturuşta kitap bitirmek.
Lakin olabiliyormuş. Hadi ben bir oturuşta değil de, üç oturuşta filan bitirdim. Fark etmez. Ama netice aynı; hızlı bitti işte. Paldır küldür.
Perihan Mağden’in son romanı “Ali ile Ramazan”dan bahsediyorum.
Romanın sabırsız, isyankar ve deli fişek karakteri Ramazan gibi ilerliyor kitap.
Koşar adım. Ama net, ama olduğu gibi ve belki de “olması gerekene doğru”.
Başka türlü de olmazdı. Fazla uzatılsaydı, fazla ayrıntılarda, tasvirlerde ölünseydi bu denli (bariyerlere) çarpa çarpa okutmazdı kitap kendini.
Sonunda, trafik kazasından çıkmış gibi hissettirmezdi.
Son tahlilde, son kertede, son bakışta, neyse işte; iyi olan kitabın kendisi. Mağden’in tebrik edilesi, okurken lezzetinden bir gram taviz vermeyen dili, dilinin kemiksizliği.
Kötü olan ise yazarın verdiği son röportajlarında kitabının değil, başkalarına laf yetiştirmesinin daha çok ön plana çıkması.
Belki o da haklı. Kimse aslında iki yetimin bu kısacık ama tutkulu aşk hikayesiyle ilgilenmiyor. Onların manşete çıkacak flaş halleri yok.
Asıl malzeme başka yerde. Başka alemde.
Onu vermek gerekiyor, sürekli ve sürekli...

İKİ: SAYIM’DAN MEDYA ŞAHSİYETLERİ
Hayatı film yapılası medya insanlarından biri Sayım Çınar.
Yıllarca medya plazalarını kitap bavuluyla dolaştı durdu.
Tanımadığı insan, kitap satmadığı medyacı kalmadı.
Sonunda yazar ajanlığına başladı. O da yetmedi, televizyonda kitap programları yaptı.
Derken medya röportajlarını sığdırdı beş-altı karpuzlu koltuğuna.
Sayım’ın ilk kitabı “Sayım’ın Konuşan Bavulu” da Medyatava sitesi için yaptığı medya röportajlarından oluşmuş. ıçinde her tip medya şahsiyeti var.

Mutfaktaki de vitrindeki de... İşte kitaptaki soru ve yanıtlardan birkaçı...

Ahmet Hakan’a: “Bir yazar olarak yüzünüz doğuya mı yoksa batıya mı dönük?”
- Nişantaşı’na dönük.

Ayşenur Arslan’a: “Sizce gazetecilerin en büyük zaafı ne?”
- Cesaret ve samimiyet eksikliği. Ama kendi adıma bunların sık sık size çevrilen bir silah olduğunu da söylemeliyim.

Doğan Hızlan’a: “Bu kadar çok kitaba nasıl zaman ayırıyorsunuz?”
- Günün her saati kitap okurum. Burada başka bir şey yok ki benim yapacağım. Gece hayatım da yok. Geceleri de okuyabiliyorum.

Emre ıskeçeli’ye: “Bir gazete ekinde çalışmak için güzel ve iyi giyimli olmak gerektiği yönünde bir önyargı var. Bu önyargı ne derece doğru?”
- Var mı gerçekten öyle bir önyargı? Moda dergisi yapmıyoruz, ek yayın hazırlıyoruz. Diğer gazetedeki arkadaşlar ne giyiyorlar inan bilmiyorum.

‘Üç ay sevgili gibi yaşama’ projesine aday var!

Cumartesi yazmıştım ya, “Acaba şimdi de şunları mı yapsam?” diye birtakım matrak, bazısı (tamam, kabul) tuhaf projeleri...
Amaç eğlenmekti tabii, yoksa kalkıp bunları yapmayı düşündüğüm filan yoktu.
Nedense şu yazdığım madde çok ilgi gördü:
“Hiç tanımadığın biriyle üç ay sevgili gibi yaşama” projesi.
Ne çok insan mail attı bu konuyla ilgili. Böyle bir açlık varmış demek ki!
Gelen mailler arasında en ilginç olanı, en çok bu işi ciddiye alanı ve en katı şartlarla bu işe aday olanı ısveç’ten yazan, adının gizli kalmasını isteyen bir kadın okurdu.
Gizli kalmasını istiyordu, çünkü gerçekten “ben bu projede adayım” derken ciddiydi.
Dedim ya, şartları vardı.
Neyse, mailini aktarıyorum kısaltarak, buyrun:
“Yurtdışında yaşıyorum ama bu problem değil.
şartlarıma uyarsanız sizinle üç ay geçirebilirim. şartlarıma gelince... ıyi bir sevgili olacaksınız, söz dinleyen.
Gece hayatını sevmiyorum.
O nedenle benimle olduğunuz süre içinde dizimin dibinde olacaksınız ve sadece belli günlerde benim eşlik ettiğim sürece dışarı çıkabileceksiniz.
Gerçek bir sevgili gibi, çok aşık davranacağız birbirimize.
İsmimi sadece siz bileceksiniz, görünmez olmak istiyorum.
Bu en önemli şartım.
Bu üç ayın sonunda siz yazınızı yazarken benim ismimi kullanmayacaksınız ve bir daha birbirimizle iletişimimiz olmayacak.
Benim olmazsa olmaz şartlarım bunlar...”

HOPPALAA DİYOR VE YANIT VERİYORUM
Sevgili şartnameci okur:
1- Sevgili hayatı yaşamak demek neden bir tarafın kendi karakterinden uzaklaşmak olsun? Bu kadar fedakârlık fazla değil mi?
Demişsiniz ya, “ben gece hayatı sevmem, dizimin dibinde oturacaksınız” diye.
Haksızlık değil mi bu?
Reva mıdır bu, hop orada hop burada fink atan yazar tozar kulunuza?
2- Ayrıca “iyi bir sevgili olmanın” kriteri söz dinlemek midir? Ara sıra kavga edilse sonra dalgalanıp durulunsa daha şık olmaz mı?
SONUÇ? Ben bu işe zaten pek gönüllü değildim, sıkıntıdan gebereceğimi şu saniye hissetmiş bulunuyorum. Size sevgiler, saygılar, hürmetler...

Havada uçuşan meseleler

PAHALI... Su dediğin fazla pahalı olmamalı. Bunu daha önce de yazıp çizmiştim. Ve işte en son pahalı suyu Salomanje’de içtik. Bir küçük su dört liraydı!
KÖTÜ... Ömür Gedik, “Gecenin Kanatları”ndaki oyunuyla Altın Kestane’ye layık görülen Beren Saat’i savunmuş. “Kötü değildi” demiş. Belki film kötü olduğundan Beren de kötü oynuyor gibi görünüyordur.
Ama hayır, Beren o filmde sık sık terli gözükmekten başka bir şey de yapmıyordu hani.
YENİ... Nişantaşı’ndaki Mim Kemal Öke giderek canlanıyor. Önce Den Café, sonra Bread&Butter açıldı.
şimdi de Elif Yalın’ın Delicatessen’i açılmak üzere.
ŞARKININ ALTMETNİ... Harun Kolçak’ın “Karşıyım” diye bir şarkısı vardı.
Sözü müziği Sezen Aksu’ya ait olan ve 2006 yılındaki Harun Kolçak albümünde yer alan.
Bu şarkıyla ilgili enteresan bir bilgi öğrendim.
Meğer Aksu bu şarkıyı gay’leri düşünerek yazmış.
Yazarın Tüm Yazıları