Paylaş
Yakınlarımız ya da dostlarımız sözkonusu anıları kendi öykülerine katmışlardır...
Bu çıkarım Marc Auge’nin Unutma Biçimleri adlı deneme kitabından. Yani bana ait değil.
Ama bu çıkarıma şöyle bir ekleme yapabilirim pekala:
Gece yaşananların en hoş yanı, bunların anılara konu olan kişiler tarafından farklı şekillerde anımsanıyor oluşudur.
Çünkü gece olduğunda algılar özgür ve çok kanallı çalışır.
Kişi, gündüz olduğundan daha çok kendisi gibidir.
Şöyle bir test yapın mesela:
Dört arkadaş gece dışarı çıkın. Ertesi gün o geceye dair olan bitenleri hepiniz teker teker bir başkasına anlatsın.
Herkesin farklı noktalara değineceğinden, birinin ballandırarak anlattığını diğerinin tamamen es geçeceğinden eminim.
Sanki dört arkadaş dört ayrı gece yaşamış gibi...
BİR MASADA SERTAB DİĞERİNDE ORTAÇ
Şimdi nereden ve nasıl geldim buralara/bu konulara?
Tabii ki gecelerden...
Önceki gece Emirgan’daki La Boom’da başladı gece. Ve tesadüf, dört arkadaşız. Sonra belki (hatırlamama bağlı) çoğalmış da olabiliriz.
La Boom’un o gecesi ortaya karışıktı:
Sertab Erener bir masada arkadaşlarıyla oturuyordu.
Can Ateş, Emre Kütük ve Serdar Ortaç da ayrı masalarda...
Mekanın yeni menüsü servis ediliyor ve bir yandan hafif bir müzik duyuluyordu.
Ortam dekorasyondan ötürü fazla koyu ve dramatik miydi ne?
Derken asıl eğlence için La Boom’un yan tarafına, pizzacıya geçildi.
Oranın kalabalığına karışmak mümkün değildi.
Yeni fönlettiği saçlarını sağa sola savuran bir kadın anımsıyorum mesela.
O tıklım tıkış kalabalıkta saçını özgürce savurmak ne manyakça bir özgüvendi öyle!
DOĞRU BEYOĞLU’NA
Beklenen sonuç: Emirgan’dan ayrılıp Beyoğlu’na attık kendimizi.
Kaç kişi kaldık o esnada? Üç arkadaş? İki? Galiba üç...
Tepebaşı’na geldiğimizde tüm Türkçe pop mekanlarına bayram ziyaretine gelmiş gibi kısa süreli giriş çıkışlar yaptık.
Önce eelence. Sonra Chanta.
Yeri gelmişken, Chanta’nın sahnesinde Seda Sayan taklidi yapan arkadaşa bravo. Bak, aklımda kalmış. Bu iyi bir şey mi, doğrusu bilemiyorum.
Üçüncü durak Çilek... Kapıdaki görevliyle muhabbetimizi (unutmadan) aktarmak isterim:
GÖREVLİ: Rezervasyonunuz var mı?
BEN: Gerek var mı ki?
GÖREVLİ: Doğumgününe mi geldiniz?
BEN: Kim doğmuş ki?
GÖREVLİ: İçerisi çok kalabalık, rahat edemezsiniz.
BEN: Ona biz karar versek?
Sonuç: Yirmi saniye sonra Çilek’ten çıktık.
Kapıdaki haklıymış, bir saniye durulmayacak kadar fena bir ortamı vardı Çilek’in. Söz dinlemek lazım bazen...
İŞİN ÖZETİ
Sonra? İki adım ötedeki Off Pera’nın sokağında sosyalleşirken buldum kendimi.
Zaten Off Pera’nın içini sadece ilk açıldığı zamanlar görmüşlüğüm var. Neden? Çünkü hep önündeki eğimli sokakta sosyalleşiyor insanlık. İçeri girmek mümkün olmuyor kalabalıktan.
Ayrıca dışarısı içerden kesinlikle daha hareketli.
O zaman o sokağa dair bellekte kalanları sıralayalım:
Sokağın kadrolu tinercisi (geçen bahar ona yirmi lira vermiştim ve tabii ki o gece beni hatırlamadı), sokaktan transit geçip başka bir mekana doğru yol alanlar, “Kız arkadaşım sizi çok seviyor, bi fotoğraf çekilebilir miyiz?” diyen arkadaş...
Bu arada biz kaç kişi kaldık? Saymayı unuttum. Üç? İki? Belki de dört?
Yok, hala doğru hatırlıyorum: Üç.
Öyle bitirdik geceyi.
Ama şimdi onlar da anlatsa o geceyi eminim başka türlü anlatırlar.
Ve onların anlattıklarına bakıp “Aa gerçekten öyle mi olmuştu?” diyebilirim.
Özetle hem “Uzak geçmişe ulaşabilmek için yakın geçmişi unutmak gerekir” diyen düşünür Marc Auge haklı hem de (ürün yerleştirme yapayım biraz) Ajda’nın şu şarkısının dizeleri:
“Daha dün aynı evde, daha dün aynı sokakta, daha dün senin yanında öyle bakan ben miydim? Özetle, geçmiş gitmişim...”
Paylaş