* Fazıl Say’ın konuşma performansını değerlendirmek en yeni meşgalemiz. “Kendini geliştiriyor, daha sakin artık, daha iyiye gidiyor” diyen de var, “Yok yine olmadı, oysa adam çok dolu” diye umutsuz olan da...
O zaman yeni meşgaleye ayak uyduralım: Son 5N 1K’daki performansı gayet sakin ve daha tane taneydi, evet. “Benden kültür elçisi gibi konuşmamı beklemeyin, çok sıkıcı olur bu” demesi de gayet samimiydi. Ama böyle bir beklenti içinde olmamak, kalkıp bir müzik yazarını küçümsemesini de gerektirmiyordu. Hele hele, “gazetesine mektup yazacağım, neden bu adama yazı yazdırıyorlar” diye tehdit altında yaşamaktan bahsederken tehdit içerikli konuşması, hiç mi hiç yakışık almadı. * Artık Fazıl Say’cılar ve Fazıl Say karşıtları var, bunu anlamış bulunuyoruz. Koyu Fazıl Say’cıların durumu belli: Say’ın her söylediği cümlenin ardından, “İşteeee! Adam söyledi, iştee budurr” diye “gooool” edasında yorumlar döşeniyorlar sosyal paylaşamama sitelerine ve de yere göğe sığdıramıyorlar kendisini... Fazıl Say karşıtları da aynı takım tutar havasında, çoğu zaman anlamadan dinlemeden kafadan çakıyorlar Say’a. En kötüsü de şu: Koyu Fazıl Say’cılar, Say’ın söylediklerine karşı adamakıllı, efendi efendi düşüncesini söyleyene “AKP yavşağı” etiketini yapıştırabiliyorlar. Kimse medeni değil yani. Asıl arabesklik de burada; görmek isteyene. * Bana sorarsanız, Fazıl Say yeni bir şey söylemedi 5N 1K’da; ıran olma endişesi, arabesk yaşam biçimi, bale izlemiyorlar arabesk dinliyorlar filan... Arabesk müzik şu an sadece nostalji olarak var. Işın Karaca’nın, şevval Sam’ın albümleriyle... Onun dışında ortalıkta bir arabesk dalgası filan yok ki... Pop müzikteki arabesk doz bile yavaş yavaş bitmeye başladı. Yaşam biçimi olarak arabesklik ise çok utanılacak, ötekileştirilecek bir durum değil. Çünkü herkesin içinde bir tutam var. En klasik müzik dinleyeninde bile... Bununla barışsak keşke... * Müzik derslerinin saati konusunda ise haklı Fazıl Say. Ama o dersleri veren öğretmenlerin niteliği de önemli değil mi? Mesela benim ortaokul-lisedeki müzik derslerinden tek hatırladığım şudur: Flütten nefret etmiş olmam! Çünkü öğreten kişi, öğretemiyordu. Ezberciydi. Sen de beceremediğini düşünüp enstrümandan nefret ediyordun haliyle...
Berlinli gibi yaşamak
Her şey sevgili arkadaşım Nilgün’ün, Facebook’tan mesaj atmasıyla başladı: “Berlin’deki evim ay sonuna kadar boş. İstersen gidip kalabilirsin.” Alelacele “Tamam” dedim, ıstanbul neminden fena halde bunalmış biri olarak. Gerçi ben “Tamam” dedikten iki-üç gün sonra ıstanbul’da hava normal seyrine döner gibi oldu, orası ayrı. Yine de Berlin in Berlin’di. Kısa süreliğine de olsa Berlin’i BerlinliyMış gibi yaşamak güzel deneyimdi. Peki sonra ne oldu? şunun gibi şeyler: * Swiss’in Zürih aktarmalı uçağıyla akşamüstü Berlin’e indim. Bir taksiye atlayıp Ku’damm’daki eve, geçici evime yerleştim. * İtiraf ediyorum, apartman soğuk/ruhsuz ve sıradan. Hani bizde apartman içine çiçek filan koyarlar, bir-iki şıkırtı olur ya; naynnn öyle şeyler yok burada. * Ev sade ve şık. Karşı tarafımda bir kilise ve mini bir park var. Sabah kalkar kalkmaz duyduğum çocuk cıvıldaması (!) seslerinden anladığım üzere kilisenin arkasında da bir okul var. İmdat! * Sağım solum önüm arkam; her yer kafe! Evden çıkıyorum, kahvaltı için birine, akşam içkisi için diğerine yollanıyorum. Ama buna bütçe mi dayanır? Ayağını euro’na göre uzat demişler di mi? O yüzden eve bir şeyler almak lazım, evde de yiyip içmek lazım. * Hemen altımda kozmetik ürün ağırlıklı bir market var. ılk alışverişimi yapıyorum. Su, tuvalet kağıdı, sıvı sabun, bisküvi; yani bolca hayati önem taşıyan ıvır zıvır. 5 küsur euro tutuyor, şaka mı? Ucuz valla... * Almanya’daki yaşam hakkında buradaki Türkler’den zamanında duyduğumuz en efsanevi bilgi şuydu: Akşam 22.00’den sonra sifonu bile çekemezsin! Gürültü yapamazsın. Aa kuyruklu yalan! Değil akşam 22.00, 23.00’te, hatta gece 01.00’de bile sifonu çektim, şar şar... Henüz şikayet eden olmadı. * Hayır, evde parti yapmadım, ama yaparsam dahi komşuları kafalayacağıma dair içimde bir inanç var. * Nayn, komşularla hiç karşılaşmadım... * Marketteki kasiyer kızla üçüncü gün artık arkadaş gibi olduk. Bana Almanca öğretmeye bile başladı. Türkiye’de olsa direkt bir gençlik dizisinde oynardı. O denli güzel, o denli Tuba Ünsal’ımsı bir yüzü var. Kandırsam mı kendisini? * Şu an bu yazıyı yazarken en büyük gündelik yaşam sorunsalım şu: Çöpleri ne yapıyoruz Allah aşkına? Kapının önüne mi koyuyoruz, ne oluyor, sistem nasıldır burada? Sanırım Nilgün’e sormam lazım. * Burada hava resmen ve hileyle sonbahar. Ne yalan söylemeli, serin ve buzzz havayı özlemişim. Deri montla fink atıyorum ortalıkta. * En büyük endişem şu: Ya anahtarı evde filan unutur ya da kaybedersem? Çilingir mi çağıracağım, ne yapacağım? Neyse ki tüm kafe, restoranlarda muhakkak bir tane Türk çalışan oluyor. Gider onlara sorarım... * Şimdilik bu kadar, sonra devam ederiz...
Akla takılanlar
* Ebru şallı’nın hamileliği boyunca çok çok az kilo almasını kadınlar ölesiye kıskanıyor bence. “Olur mu öyle şey” diyorlar, “Bu nasıl hamilelik canım?”. Hamile kalmadım elbette bilemem, ama demek ki olabiliyormuş. Herhalde Ebru da kendini özellikle aç filan bırakmıyordur. * Berlin’de çok fazla yaşlı insan görmemden herhalde, Yıldız Kenter’in Benjamin Button’laşan haline de takıldım kaldım. Neden yaşlı yaşlı bırakmıyor ki kendini. Yaşlı ama bakımlı (estetikli değil): ışte Alman yaşlıların başardığı en mühim şey bu...