Paylaş
Dışarıdaki soğuktan nemlenmiş camınızı azıcık silince uykunuzu bölen o hain şey parlak ışıklarıyla dalga geçer gibi karşınızda sırıtıyor: Bilmemne dinlenme tesisleri...
Evet, en az 20 dakika buradasınız.
Mecburen tesislere adım atıyorsunuz.
Ortam, gecenin bu saatinde hiç olmadığı kadar hareketli. Açık büfedeki yağlı yemeklerin kokusu, tuvalet sıraları, hemen yan taraftaki mağazadan yükselen müzik ve otobüslerin kalkışını haber veren anons sesleri...
Her şey birbirine karışıyor.
İçinizden diyorsunuz ki, neden “dinlenme tesisi” demişler ki buraya? İnsan içine girince daha çok yoruluyor çünkü.
“ARAF”TA KALDIM
Şimdi nereden çıktı bu dinlenme tesisi cümleleri diye sorabilirsiniz, ki haklısınız.
Bu cümlelerin sorumlusu hafta sonu gösterime giren Yeşim Ustaoğlu’nun Araf filmi tabii ki. Film, bu tesislerde çalışan iki gencin hikayesini anlatıyor.
Ve öyle bir anlatıyor ki filmden çıktıktan sonra bile o dinlenme tesislerindeymiş gibi hissediyor, oradan çıkamıyorsunuz!
Kabus gibi...
Oysa bu iki genç de tıpkı sizin-benim hissettiğiniz gibi oradan çıkmak, bir an önce o dünyadan kurtulmak istiyor.
Biri televizyondan medet umuyor, ‘Acun Abi’sinden. Diğeri de karşısına çıkan kamyon şoföründen...
“ÖZCAN DENİZ İKİ KELİME EDİYORMUŞ...”
Son olarak şunları söylemeli:
- Araf, şimdiki Türkiye gençliğini en gerçek haliyle anlatıyor. İnternetle, televizyonla, aileyle olan ilişkilerini. Olduğu gibi.
- Film için herkesin konuştuğu en baştaki şey şu: “Özcan Deniz sadece iki kelime ediyormuş.” Evet öyle, iki kelime ediyor.
Ama rolü bunu gerektiriyor. Özellikle düğün sahnesinde çok başarılı Özcan Deniz, kelimesiz oynamasına filan hiç takılmıyorsunuz.
- Ama filmin asıl yıldızı Neslihan Atagül. Biraz Ornella Muti biraz da 80’lerde Hülya Avşar’la kıyaslanmış talihsiz oyuncu Neslihan Acar’ın kimyası mevcut kendisinde.
Hele ikinci yarıda bir sahnesi var ki Atagül’ün, inanılmaz oynuyor. İpucu verip işin tadını kaçırmayayım, ama izlemesi zor bir sahne olduğunu belirteyim.
Salondaki erkekleri daha fazla dayanamayıp dışarı çıkartacak kadar izlemesi zor!
- Filmin sonundaki jenerikte yer alan teşekkür listesinde Acun Ilıcalı’nın adının geçmesi de dikkat çekici.
Sonuçta film, insanların televizyonu umut olarak görmesini anlatıyor. Ama televizyon da dinlenme tesisleri gibi diyor: Parlak göründüğüne bakma oradan da
çıkışın yok!
Heidi Şebnem’in performansı ve konuşması
Şebnem Ferah konseri demek, her şarkıda aynı sağlam performansın garantisi demektir. Laf olsun diye söylemez çünkü Şebnem Ferah.
O şarkıyı hangi ruh haliyle yazmışsa tekrar o ruh haline bürünür ve muhteşem çığlıklarının da eşliğiyle tam anlamıyla başınızı döndürür.
Cumartesi gecesi Açıkhava konserinde yine öyleydi. İki buçuk saat ara vermeden sahnede kaldı Ferah.
Bu kez performansı kadar dikkat çekici olan bir başka şey de, hemen onun arkasında şarkının temasına göre değişen görsellerdi.
Genelde o koca ledlerde şarkıyla alakasız saçmasapan görseller dönüp durur.
İlk kez bir yerli konserde böyle değildi işte. Kim yaptıysa bravo! En az Şebnem kadar, şarkıya uygun o ambiyans görselleri de havaya sokuyordu insanı... Bu
arada Şebnem’in herkes tarafından alkışlanan konuşmasından da bahsetmeden olmaz.
Farklı dönemlerde ülkesinden uzakta sürgün yaşayan Nazım Hikmet ve Cem Karaca’yı andıktan sonra şöyle dedi Şebnem: “Ama bazen uzağa gitmeye gerek yok. Memleketindeyken bile insan kendini çok uzakta hissedebiliyor. Oysa tam ortasında hissetmek istiyoruz öyle değil mi?”
Her şey iyiydi güzeldi, ama Şebnem’in sahne kıyafeti tatsız tuzsuzdu.
Genelde görkemli şeyler giyerdi; ama bu kez büstiyeri hariç okulun gecesine gitmek üzere olan müdire hanım gibiydi Şebnem...
Saçlarına bakınca ise Alp Dağları’nda al yanaklarıyla koşturup durmakta olan mutlu mesut kız Heidi’yi andırıyordu.
Paylaş