Oscar’larda En ıyi Yönetmen tercihimi Kathryn Bigelow’dan yana yapmıştım (Cengiz’cim yazılarımı bir daha oku lüten).
En İyi Film’i de, eski karı-koca arasını açmamak için (bu işin şakası tabii, ödülleri paylaştırır ve ne şiş yansın ne kebap derler diye düşünmüştüm) Avatar’a verirler demiştim.
İşte orada yanıldım, kazanan The Hurt Locker oldu.
Peki neden?
Avatar’ın törenden eli boş döneceğini töreni sunan Alec Baldwin ve Steve Martin, James Cameron’a 3 boyutlu gözlüklerle bakınca az çok anladık aslında.
Resmen “Senin filmin gösterişten, 3 boyuttan ve teknolojiden ibaret, gerisi boş” diyorlardı.
Sinema sanatı başka bir şeydi, anlatım, dil, diyaloglar, senaryo ve oyunculuklar önemliydi.
Avatar’da ise bunlardan hiçbiri yoktu. Süslüydü film, etkileyiciydi de. Ama o kadardı işte.
Peki ya The Hurt Locker.
Geçen yılın en iyi filmi mi gerçekten?
Bunu demeye dilim varmıyor.
Ama tabii tıkır tıkır işleyen bir senaryosu, başarılı ses miksajı, akıcı anlatımı, iyi oyuncuları izleyenleri savaşın içine birebir sokuyor.
İyi bir savaş filmi olduğu kesin.
“Savaş uyuşturucudur” diyerek, savaşa yeni ve farklı bir açıdan baktığı için yenilikçi olduğu da...
Ama insan yine de Osc’arlık filmde daha bir gösteriş ve ihtişam arıyor.
James Cameron keşke o müthiş görselliği ve teknolojik yenilikleri daha çarpıcı bir hikaye, iyi bir senaryo ve sinema diliyle birleştirmiş olsaydı.
Sadece 82. Oscar’lara değil, Oscar tarihine de damgasını vurmuş olurdu.
Recep İvedik’le buluştum
“Şahan Gökbakar, Recep İvedik 3’te Nuri Bilge Ceylan’a ayıp etti” diye yazınca şahan bana bozulur, televizyon programıma falan gelmez diyordum. Beni mahçup etti. Geçen gün Kanal D binasında birlikteydik. Ama ben uslanmamışım ki, programda “Sen ne yaptın Nuri Bilge’ye?” diye tekrar girdim olaya. Ve de aldığım cevaba çok şaşırdım, biraz da utandım. Cinemania ve Şahan Gökbakar’ın cevapları (ve tabii bir de Cem Yılmaz’la İstinyePark buluşmasının perde arkası, Recep İvedik 3’teki pişmanlıkları) bu cumartesi saat 13.00’te Kanal D’de.
Sakin olalım
Pazartesi gecesi Hürriyet’in aile içi şiddet kampanyası için yapılan Güldünya konseri her anlamda dolu geçti.
Bu kez erkekler, kadınlar için sahnedeydiler.
Cihan Okan, Ferhat Göçer, Kenan Doğulu, Mirkelam&Kargo, Mustafa Ceceli, Teoman, Yalın ve Yüksek Sadakat, Behzat Gerçeker ve Enbe eşliğinde şarkılarını şiddet mağdurları için söylediler.
Hepsinin ağzına, yüreğine sağlık.
Gecenin sunumunu kendisine hayran bırakan bir profesyonellikle yapan Yekta Kopan, müzik aralarında aile içi şiddeti anlattı Lütfi Kırdar’ı dolduranlara.
O geceden DMC etiketli bir DVD çıkacak ya, Yekta’nın anlattıkları ve yaşanan hikayelerden de yeni bir kitap olur.
Ben o geceden yola çıkarak göz ardı edilen bir konuya değinmek istiyorum.
Biz sadece vurdu kırdıyı şiddet sayıyoruz, oysa sadece fiziksel değil, psikolojik baskı da düpedüz şiddet kapsamına giriyor.
Bağırmak, ses yükselterek sindirmek, hakaret etmek de aile içi şiddet demek.
Kadına “Makyaj paranı kazanman için çalışmana izin veriyorum” diyen bir erkek bile bir şekilde kadını aşağılamış ve şiddet uygulamış oluyor.
Çünkü böyle bir hakkı yok.
Üstelik bu çocuklara da kötü örnek olmak demek.
Bağıran, hakaret eden bir babanın ya da annenin kızı veya oğlu, bunu kendi içinde fiziksel şiddete dönüştürebiliyor.
Ve böylece şiddet gelecek kuşaklara taşınmış oluyor.
Çabuk öfkelenenlere öğrencilik yıllarımda bize okutulan bir makaleden öğrendiğim bir tekniği tavsiye edeceğim.
Öfke kontrolü zamanı geldiğinde aralarda derin nefesler alarak “bir mississippi, iki mississippi, üç mississippi” diye saymaya başlayın (ben bunu yaparken bir de tatil hayali kuruyorum!).
Ve birazdan yapacaklarınızın şiddet kapsamına gireceğini düşünün.
Bu güzel hayatta iyi geçinmek, güzel yaşamak (ve de tatile çıkmak) varken, değer mi hiç!
Oscar gitmez, kazanılır!
Oscar töreninde “Oscar... gidiyor” (and the Oscar goes to...) sunumunun yerini “kazanan...”ın (and the winner is) almasının nedenini merak etmiştim, öğrendim.
Olay rekabet yaratma isteğinden ibaretmiş.
“Oscar gidiyor” kelimesinde adaylarda rekabet duygusu ve heyecan yaratacak etki bulunmuyormuş.
“Kazanan” ise tahmin edeceğiniz gibi akla “kaybedenleri” getiriyor.
Ve de kıskanmayı, çekememezliği, dolayısıyla da rekabeti...
Biliyorum, acımasız bir tercih, ama artık Oscar birine gitmiyor, her yarışmada olduğu gibi onun da kazananı oluyor.