Paylaş
Ceza Kanunu'nda değişiklik yapmayı amaçlayan yasa taslağının, doğruca ‘‘basın’’la ilgili olarak getirmeyi önerdiği düzenlemeleri Başbakan Mesut Yılmaz'ın okuyup okumadığını doğrusu merak ediyoruz.
Eğer okuduysa, kendi hükümet programındaki ‘‘Basınla ilgili mevcut yasalar, basın kuruluşları ile birlikte (...) değerlendirilecektir’’ vaadi ışığında, bu önerinin ne anlama geldiğini herhalde düşünecektir.
Kaldı ki Sayın Yılmaz, daha birkaç gün önce görüştüğü Federal Almanya Başbakanı Helmut Kohl'e de ‘‘Bu hükümetin demokratikleşme konusunda reform niteliğinde adımlar atacağını’’ söylemişti. Çünkü, Kohl kendisinden, ‘‘Avrupa Birliği'ne üye olmamız için, Türkiye'nin de kendisine düşenleri yapmasını’’ istemişti.
Bu, konunun ‘‘usul’’ yahut ‘‘metot’’ tarafı. Bir de içerik var:
Biliyorsunuz öneriye göre bir kimseyle röportaj yapan bir gazeteci, eğer karşısındaki insandan izin almadan ses kaydı yaparsa, 60 milyon TL para cezası ödeyecekmiş.
İnsanların özel hayatlarıyla ilgili görüntü alanlara, (herhalde fotoğraf çekme, filme alma veya video kaydı yapma gibi fiillerden söz ediliyor) 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası verilecekmiş.
Televizyonda ‘‘montaj görüntüleri’’ yayınlayanlar 1 yıla kadar hapis ve 200 milyon TL tutarında para cezasına mahkûm edilecekmiş.
Ayrıca, uzaktan söyleşileri tespit edecek araçları kullananlara, 3 yıla kadar hapis ve 300 milyon TL tutarında para cezası verilecekmiş.
Gördüğünüz gibi, ilk bakışta hiç de yanlış gelmeyen öneriler bunlar. Öyle ya... Basınımız -özellikle TV kameraları- insanların özel yaşamına saldırı sayılacak şekilde müdahalelerde bulunmuyorlar mı? Başkalarının yaptığı telefon konuşmasını onlardan habersiz dinleyip yayınlamak hoş görülebilir bir hareket mi?
Eğer durum bu dediklerimizden ibaret olsa, mesele yoktu. Hatta biz de oturur, ‘‘Aman ne olur şu taslağı hemen yasalaştırın. Çünkü, insanların özel yaşamlarına yapılan saldırılardan biz de çok bıkkınız’’ derdik.
Oysa öyle diyemiyoruz. Sebebi de şu:
Bir defa bilelim ki, bizim şimdi konuştuğumuz bu konu, hemen hemen aynı şekilde 1989 yılında, o tarihte muhalefette bulunan İngiliz İşçi Partisi milletvekillerinden John Browne ve 6 arkadaşı tarafından Avam Kamarası'na sunuldu. O tarihte çok da tartışıldı. Çünkü, sokaktaki adamdan Kraliçe'ye kadar, herkes İngiliz basınının özel yaşama aşırı şekilde müdahale etmesinden ve her türlü kirli çamaşırı ortaya dökmesinden şikâyetçiydi.
Ne var ki, ‘‘Özel yaşamın hangi noktaya kadar halka aktarılabileceği, hangi noktadan sonra yasakların başlayacağı’’ sorusuna hiçbir zaman tatmin edici bir yanıt bulunamadı. İyi anımsadığımız bir örnek vardı: Acaba kasabanın papazının bir randevuevine gitmesi veya dadanması onun özel yaşamı mı sayılmalıdır, halkın öğrenmesi gereken bir bilgi mi?
Kısaca söyleyelim: ‘‘Çözüm’’ olarak getirilen yasaklamaların, sonuçta daha büyük sakıncalara yol açacağı görüldü. Ve neticede öneri kadük oldu yani, yasalaşmasına fırsat kalmadan, yasama dönemi bitti.
Konunun şimdilik bu kadarına değindik. Önümüzdeki günlerde daha pek çok söyleyeceğimiz var.
Paylaş