Örneğin “ülkenin bölünmez bütünlüğünü bozucu” faaliyetlerinden söz ediliyor. “Yasadışı terör örgütünü destekledikleri” ileri sürülüyor.
Bunun “haklarda eşitlik”le ilgisi var mı?
Öyle davranmanın bedeli olarak da “partinin kapatılmasına” karar verilebileceği konuşuluyor.
Esasa gelmeden değinelim:
“Parti kapatmak demokrasiye aykırı” imiş. “Hiçbir zaman da çözüm değilmiş. Nitekim kapatılan her partinin benzeri hemen kuruluyor”muş.
Bunları iktidar partisinin liderinden ve TBMM Grup Başkanvekili’nden dinliyoruz.
Gerçi demokrasi adına yaptıkları savunma mantıksız. Çünkü demokratik rejimlerin de kendisini -demokrasinin ve hukuk devletinin gereklerine ve kurallarına uygun önlemlerle- koruma hakkı vardır. “Parti kapatma” da bunu sağlayan önlemlerden biridir.
Hele “Kapatmak çözüm değil” lafının hiç ipe sapa gelir tarafı yok. Çünkü kimse “Kapatmak çözümdür” demiyor. “Kapatmak” aynen Ceza Yasası’nın çeşitli eylemleri engellemek veya asgariye indirmek için koyduğu cezalar gibi bir “yaptırım”dır. İnsanlar ya o yaptırımı göze alır. Bildiğini yapar.
Başbakan Erdoğan dün bir fırsat daha yarattı:
Meğer Başbakan sadece “köşe yazarlarına” değil, gazete, radyo ve televizyonlarda “haber değerlendirme” işi yapanlara da kızıyormuş. Bunu dün İstanbul Haliç Tersanesi’nde yapılan bir törende dile getirmiş.
Buyurun birlikte okuyalım:
“(Kızgınlığım) Nefsimden değil, canım yandığından, milletimin canı yanmasın diye... Televizyonu açıyorsunuz:
Burada bu vuruldu, şu vuruldu.
Şu kadar general şuraya çağırıldı.
Şu kadar albay şuraya çıkarıldı.
Bununla teröre bir şeyler taşıyorsunuz. Bunu yapmak kime ne kazandırıyor? Bu tezgâhı kuranlara kazandırıyor.
Ama bakıyorsunuz, ortada hukuk dışı bir uygulama veya bir haksızlık varmış gibi havalar yaratılıyor.
Hadi, her cümlesinden önce “Abdullah Öcalan’a bağlılık” ifade eden sözlerle iman tazeleyen Demokratik Toplum Partisi Genel Başkanı Ahmet Türk’ü anladık.
Öcalan kazara nezle olsa dünyanın sonu gelecekmiş gibi konuşuyor.
Peki ya Diyarbakır’ın keskin Belediye Başkanı Osman Baydemir’e ne diyeceksiniz?
Bu zata göre Abdullah Öcalan’ın İmralı’da yeni yapılan F tipi cezaevine nakledilip (Adalet Bakanlığı’na göre 11.81; Öcalan’ın avukatlarına göre 6 metrekare) bir odaya konulması o kadar “gayriinsani” imiş ki:
“Bu koşullar iyi ise Başbakan Erdoğan, Bahçeli ve Baykal 11 yılı değil, 11 günü orada geçirsinler. Bakalım insanlığa uygun mu?” dediği bildiriliyor.
Suçluyla masum eşit olsun istiyor. Ne mantık ama!
Önce bir noktada anlaşalım:
Bildiğiniz gibi “Afganistan’daki savaşa Türkiye de bilfiil katılsın” isteği yeni değil. Sekiz yıllık ABD Başkanlığı döneminde berbat etmedik bir şey bırakmayan George W. Bush, Afganistan’da da cephe açtıktan hemen sonra bu isteği dile getirmiş ama Türkiye’den yüz bulamamıştı.
Nitekim Türkiye bu konudaki tutumunu “tutarlı” bir politikayla bugüne kadar sürdürdü.
Perdenin gerisinde tarafların ne konuştuğunu elbet bilmiyoruz ama, Türkiye’yi halen yöneten kadronun özellikle “Afganistan halkının da Müslüman olduğunu, orada Türkiye’ye duyulan sempatiyi mahvetmek istemediğimizi” -veya benzeri gerekçeleri- ileri sürerek bu taleplere karşı direndiğinin farkında idik.
Nitekim geride kalan 20 Ekim’de Milli Güvenlik Kurulu’nun konuyu uzun uzun tartıştığı belirtilen resmi açıklamada:
“(...) TSK’nın (Türk Silahlı Kuvvetleri’nin) Kâbil Bölge Komutanlığı görevini Kasım 2009 başında ikinci defa alacağı, yine önceki görevlerde olduğu gibi, TSK’nın, ‘Terörle mücadele, uyuşturucu ile mücadele, mayın temizleme görevlerinde kullanılmayacağı’ teyit edilmiştir” denilmişti.
Sadece o kadar değil, dünya yıkılsa ağzını açıp tek kelimelik demeç vermemekle şöhretli Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül bile önceki gün “Afganistan’daki askerlerimiz bugüne kadar oradaki savaşın bir parçası olmamıştır ve olmayacaktır” dedi.
Üstelik bu demeç, Ankara’daki gazetecileri evine çağırıp 7 Aralık günü yapılması beklenen Obama-Erdoğan görüşmesinde, Obama’nın Türkiye’den Afganistan için muharip asker isteyeceğini açıklayan ABD Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’in tutumuna bir tepki ve yanıt niteliğindeydi.
Tüm bu göstergeler Başbakan Erdoğan’ın Washington’da kesin bir tavır koyacağını ve “Afganistan’a biraz daha asker gönderebiliriz ama onların savaşa sokulmasına izin vermeyiz” diyeceğini düşündürüyor.
Öyle ya... Kılıcından kan damlayan hangi yiğitten korkmazsınız?
Gerçekten 120 ülkedeki 18 bin medya kuruluşunu temsil eden bu nedenle de medya dünyasının en güçlü meslek örgütü sayılan Dünya Gazeteler Birliği’nin (WAN) kongresi 30 Kasım-3 Aralık tarihleri arasında yapıldı. Medya dünyasının pek çok sorunu arasında hangi ülkede medyanın ne kadar özgür olduğu da elbet ele alınan konular arasındaydı.
Dünkü Zaman gazetesinden öğreniyoruz ki, bu Kongre’de Zaman, Star ve Sabah gruplarını temsilen 5 gazeteci de hazır bulunmuş.
Tabii donsuz şövalye de dahil!
Orada, Türkiye’de basın mensuplarının ne kadar özgür olduğunu ne büyük bir belagatle anlatmış olmalı ki -aksilik bu ya aynı gün Başbakan Tayyip Erdoğan gazetelerdeki sütun yazarlarının sadece içeriğinden değil, sayısının çokluğundan bile şikayet ediyordu- Kongre adına yayımlanan “Türkiye ile ilgili karar”da “WAN, Türkiye’deki bağımsız gazetelerin ve gazetecilerin ağır bir yargı baskısı altına alınmasından ve korkutulmasından duyduğu derin kaygıyı ifade eder” denildikten sonra muhteremin mariz bir kafa ürünü iddialarının hiçbirinin ciddiye alınmadığını ortaya koyan şu görüşlere yer verilmiş:
“Türkiye Maliye Bakanlığı, Doğan Medya Grubu’na, vergi kusuru (irregularity) iddiasıyla bu yıl 3 milyar 800 milyon ABD Doları ceza yazdı. Grup tüm iddiaları reddetti. Anlaşılan o ki (There are grounds to beleive that) olay siyasi bir maksat içermektedir ve Doğan Grubu’nu susturmayı amaçlamaktadır.”
Sonra Türkiye’de “2007’den beri sürüp gelen ve hükümeti devirme amaçlı Ergenekon isimli bir gizli örgütle ilgili oldukları iddiasıyla düzinelerle gazetecinin göz altına alındığı veya tutuklandığı” kaydedilmiş. Bunlar arasında Bugün gazetesinden Adem Yavuz Arslan’ın göz altına alınması, Star gazetesinden Şamil Tayyar’a 1,5 yıl hapis cezası verilmesi, Toplumsal Haber isimli internet sitesi yazarı Neriman Aydın’ın iki kere tutuklanması ve özellikle Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’ın bir yıla yakın süredir tutuklu olması örnek olarak zikredilmiş. Ardından da, “WAN-IFRA Yönetim Kurulu, Türk makamlarını, gazetecileri korkutma kampanyasını durdurmaya, hukuk normlarını uygulamaya; vergi yasalarını medyayı korkutmak için baskı aracı olarak kullanmak yerine adil ve saydam bir şekilde uygulamaya davet eder” denilmiş.
Ve bundan, bizim şövalye dahil, oraya giden Zaman, Sabah ve Star gazeteleri temsilcileri pek rahatsız olmuşlar.
Bir başka deyişle, İsviçre’nin hem bireyler olarak halkı, hem de devlet olarak İsviçre, kendisini “dünyanın merkezi” sayanların prototipidir. Kitapta, teoride “eşitlik, demokrasi, hukuk” bol bol vardır. Ama pratiğe özellikle de sıra kendi çıkarlarına ve “huzur”larına gelince, sizin hakkınızı değil, o muhteremin huzurunu korurlar.
O nedenle İsviçre demokrasisi, “herkesi, herkesin polisi” yapar. Gidenler bilir, hayatınızı kerrat cetveli katılığı içinde yaşamaya mecbur ruhsuz, heyecansız bir düzen söz konusudur.
Bu temel gerçek zaten, bir süreden beri hükmünü icra ediyordu. Çünkü İsviçre’deki 400 bine yakın Müslüman’ın kendi camilerini inşa etmelerine bile lütfen izin veriyorlardı.
Nitekim -dünkü Sabah’ta verilen bilgiye göre- İsviçre’deki 400 bin kadar Müslüman kendileri için 200 cami yapabilmişler.
Minare sayısı da bugüne kadar 4’ü bulmuş. Sıra beşinciye gelince, gördüğünüz gibi “Hayır” deyip engellediler.
Ezan okunması söz konusu değildi çünkü, pazar günü çan sesinden rahatsız olmayan kulakları, camiden gelecek ezan sesine tahammül edemiyordu.
Doğrusu bu son husus, sadece İsviçre için değil, öteki Avrupa ülkeleri için de geçerlidir.
Bir başka deyişle Avrupa’nın “çift standardı” sıra bu konulara gelince, mızrağın çuvaldan çıkması gibi saklanamaz hale gelir.
Biliyorsunuz Danıştay, Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) temmuz ayında aldığı, “Artık Öğrenci Seçme Sınavlarında, genel lise mezunlarıyla imam hatip (onlar meslek liseleri diyorlar) mezunlarına aynı katsayı uygulanacak” anlamındaki kararının uygulanmasını durdurdu.
Şimdi, konu ya Danıştay’ın vereceği son kararla yahut da yasal düzenleme ile kesin bir sonuca bağlanacak.
Danıştay kararı deyince, baştan belirtelim:
Bu vesileyle Danıştay’ın aynı dairesinin “Yükseköğretim kuruma girecek öğrencilerin ne şekilde o kurumlara kabul edileceğiyle ilgili kurallar YÖK tarafından belirlenir” gerekçesiyle verdiği bir karardan söz ediliyor.
O kararın metnini aradık. Davayı açan avukattan da rica ettik. Karar metnine maalesef ulaşamadık.
Ama sayalım ki doğrudur.
Yüksek Yargı’nın birbiriyle çelişen kararlar vermesi az görülen bir şey değildir. Bunlarla ilgili çelişkiyi bir üst merci -Danıştay’da ya İdari Dava Daireleri Kurulu veya Vergi Dava Daireleri Kurulu- çözer.
Ama Başbakan da o haberlere inanmış olmalı ki, bayramın birinci günü gazeteciler kendisine bu konuda ne düşündüğünü sorunca:
Bu hanımın önyargıları bundan ibaret değil.
Örneğin tutmuş, Doğan Medya Grubu’na “vergi cezası” adıyla tebliğ edilen “idam cezası”nı da -lütfen bağışlayın- aynen “lafı poposuyla dinleyen Evliya” hikâyesindeki gibi anladığını ortaya koymuş.
Konu olarak bunlar var ama... Bu araya bir de Danıştay 8. Dairesi’nin “İmam hatip liselerini genel lise konumuna getirmeyi” hedefleyen Yüksek Öğretim Kurulu’nun tutumuyla ilgili “yürütmeyi durdurma” kararı girdi.
Onu ilk fırsatta yazacağız.
Gelelim Bayan Ruijten’in sözlerine:
Bayan Ruijten hangi örneğe dayanarak “Türk yargısı tarafsız değildir” demiş belli değil. Belli değil ama, aynı ağzı kullananların buradaki sözlerine bakınca, bazı ipuçlarını görebiliyorsunuz:
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı iktidardaki partinin “antilaik” eylem ve uygulamaları nedeniyle, bu partinin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne dava açtı ya...
Geride kalan yıllarda “ulus-devlet” yapımızı koruyan iktidarlara yaptıramadıklarını Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) yaptıran “dost”(!)larımız biliyorsunuz bu davadan çok rahatsızlık duydular.