Paylaş
Nazi Almanyası 2. Dünya Savaşı’nı kaybetti; savaş sonrasında Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere ve Fransa’nın işgaline uğradı ve 4’e bölündü. Başkent Berlin de bu 4 ülke tarafından işgal edilerek 4 bölüme ayrıldı. Daha sonra ABD, İngiltere ve Fransa kendi işgali altındaki Almanya’yı ve Berlin’i birleştirdiler ve Batı Almanya oluşturuldu.
Ama Doğu Almanya ve Doğu Berlin Sovyetler Birliği işgali altında kaldı. Moskova burada kendisine bağlı komünist bir rejim oluşturdu; Doğu Berlin’i bu yeni devletin başkenti yaptı. Almanya gibi Berlin de 1991 yılına kadar bölünmüş olarak kaldı. Doğu Berlin’den Batı Berlin’e kaçışlar hızlanınca Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya şehri 2’ye bölen hat üzerinde bir duvar inşa ettiler. Berlin Duvarı hem Berlin’in hem Almanya’nın hem de Dünya’nın bölünmüşlüğünün ve Batı ile Doğu arasında patlak veren Soğuk Savaş’ın bir sembolü haline geldi.
Soğuk Savaş’ın çıkmasında Almanya’nın ve Berlin’in bölünmüşlüğünün önemli bir rol oynadığı doğrudur. ABD Başkanı Kennedy’nin Batı Berlin’de yaptığı “Ben Berlinliyim” konuşması Soğuk Savaşın açık bir ilanı, zirve noktasına ulaşması olarak kabul edilir. Sovyetler Birliği en ağır tepkisini 1955 yılında Batı Almanya’nın NATO ittifakına alınmasına göstermiş; aynı yıl kontrolü altındaki Doğu Avrupa ülkeleri (Doğu Almanya, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan) ile birlikte Varşova Paktını oluşturmuştur.
Sovyetler Birliğinin 1991 yılında çökmesi ile Doğu Avrupa üzerindeki Rus kontrolü de sona ermiş; Doğu Avrupa ülkelerindeki komünist yönetimler arka arkaya yıkılmış, bu ülkeler bağımsızlıklarını tekrar elde etmişlerdir. Batı ve Doğu Almanya birleşmiş, Berlin tekrar Birleşik Almanya’nın başkenti olmuştur. 1991 Soğuk Savaşın bittiği ve Batı ile Doğu arasındaki bu savaşı Batı’nın kazandığı yıldır.
1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması 2 kutuplu Dünya’yı da büyük ölçüde değiştirmiş, bir dönem ABD Dünya’da tek süper güç ve tek güç merkezi olarak kalmış gibi görünmüştür. Ancak Dünya’da “Pax Americana” (Amerikan Barışı) dönemi uzun sürmemiş, kısa bir süre içinde Çin yeni ekonomik
bir güç merkezi olarak ortaya çıkmış, Putin Rusyası tekrar süper bir güç ve güç merkezi olmak üzere harekete geçmiştir.
Almanya-Fransa ekseninde birleşen Avrupa (Avrupa Birliği) ve Japonya’nın da ekonomik birer güç merkezi olmaları ile Dünya’da bugün çok merkezli, çok kutuplu bir sisteme geçildiği yönündeki görüş birçok kişi tarafından paylaşılmaktadır. Dünya’nın çok merkezli ve kutuplu yeni görünümünün oluşmasında ABD’nin başta Irak ve Afganistan olmak üzere arka arkaya yaptığı hataların ve ABD ekonomisinin Dünya’daki rekabet gücünü kaybetmeye başlamasının önemli bir rolü olduğu açıktır.
Sovyetler Birliği’nin ve Doğu’daki komünist yönetimlerin çökmesiyle Rusya, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra elde ettiği bütün kazanımları kaybetmiştir. Sovyetler Birliği’nin kendisi 15 yeni bağımsız devlete bölündüğü gibi, Rusya’nın Doğu Avrupa’daki 6 ülke üzerindeki kontrolü de son bulmuştur. Bağımsızlığını kazanan 15 ülkeden 3’ü (Litvanya, Estonya ve Letonya) ile 6 Doğu Avrupa ülkesinin tümü hem NATO hem de Avrupa Birliği üyesi olmuş; Batı Blokuna katılmıştır.
2. Dünya Savaşı sonrasında tamamen Sovyetler Birliği lehine dönen Doğu Avrupa’daki siyasi dengenin Soğuk Savaşın bitiminde tamamen değişmesi ve Almanya lehine dönmesi çok ilginçtir. Avrupa’da 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Almanya-Batı Almanya sınırına itilen Almanya-Rusya arasındaki denge Soğuk Savaşın sonunda tekrar Polonya-Rusya sınırına kaymıştır. Nazi Almanyasına karşı savaşılan 2. Dünya Savaşı’nın galipleri açıktır. Ama Batı ile Doğu Blokları arasında yaşanan Soğuk Savaşın gerçek galibi konusunda farklı düşünceler bulunmaktadır.
Birçoklarına göre Soğuk Savaşın mağlubu (açık bir şekilde) Sovyetler Birliği (Rusya) galibi ise Almanya’dır. Soğuk Savaş sonrasında Almanya tekrar birleşmiş, Berlin bir kez daha (birleşen) Almanya’nın başkenti olmuş; Sovyetler Birliğinin kontrolü (işgali) altındaki 9 Baltık ve Doğu Avrupa ülkesi taraf değiştirerek (bağımsızlığını kazanarak) Almanya güdümündeki Avrupa birleşmesi (AB) içinde yer almaya başlamışlardır.
Esasında bu durumun ABD’deki bazı çevrelerce de görüldüğü ve endişe ile takip edildiği ortaya çıkmaktadır. Başkan Trump’ın temsil ettiği, ABD’deki önemli bir kesim Soğuk Savaş sonrasında Almanya’nın Avrupa’da en önemli ekonomik güç ve Avrupa Birliği’nin odağındaki güç merkezi olarak ortaya çıkmasından
rahatsızlık duymakta, bu rahatsızlıklarını da zaman zaman açığa vurmaktan çekinmemektedir.
Başkan Trump’ın birçok ifadeleri, ABD’deki bazı kesimlerin ABD için Almanya’yı Rusya’dan bile fazla bir rakip olarak gördüklerini ortaya koymaktadır. Almanya’nın büyüyen ekonomik gücünün ve Avrupa’nın Almanya etrafında birleşmesinin ilerde ABD için ciddi bir zorluk yaratacağı düşüncesi yaygındır. Birçok kişi Brexit’in arkasındaki esas sebebin bile bu olduğuna inanmaktadır. Berlin-Paris eksenine karşı, AB’den çıkmış bir İngiltere ile oluşturulacak, Vaşington-Londra ekseni Kuzey Atlantik bölgesinde dengelerin tekrar Atlantik Okyanusu’nun batısına kaymasını sağlayabilecektir.
Başkan Trump’ın AB’ye karşı olan (şüpheci) bakışının ABD’de birçok kişi tarafından paylaşıldığı muhakkaktır. Trump Yönetimi bir yandan Brexit’i desteklerken diğer yandan Doğu Avrupa ülkelerindeki geleneksel Alman karşıtlığını da kullanabilmekte, AB içindeki Almanya-Fransa kontrolünü de (içerden) kırmaya çalışmaktadır.
Kuzey Atlantik camiası içinde, bir yandan AB ile ilgili görüş ayrılıkları büyürken, önümüzdeki ayın başında kuruluşunun 70. yılını Londra Zirvesi ile kutlayacak olan NATO konusunda da farklı yaklaşımlar açık olarak ortaya çıkmaktadır. Başkan Trump’ın kısa bir süre önceye kadar NATO için “modası geçmiş”, “eski” terimlerini kullandığı hatırlardadır.
Ancak NATO konusunda en çarpıcı ifadeler, bu savunma örgütünün “beyin ölümünün” gerçekleştiğini belirten Fransa Cumhurbaşkanı Macron’dan gelmiştir. Macron’un ABD’nin kendisine “danışmadan” Suriye’den çekilme kararı almasına “tepki” gösterdiği anlaşılmaktadır. Ancak, Macron’un temelde Avrupa’nın güvenliğinin artık ABD kontrolündeki bir örgüte (NATO’ya) bırakılmaması ve AB’nin kendi ordusunu kurması gerektiğine inandığına işaret edilmektedir.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’a ilk tepki de NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’den gelmiştir. Stoltenberg AB “ordusunun” NATO’nun yerini alamayacağını ifade etmiş, Avrupa’nın NATO’ya ve ABD’ye ihtiyacının devam ettiğini vurgulamıştır. Macron’la “aynı görüşte” olmayan bir liderin de Almanya Başbakanı Merkel olması ilginçtir. Merkel de Avrupa’nın savunması için NATO’ya olan ihtiyacının aynen devam ettiğini savunmuştur.
Esasında Merkel ile Macron arasındaki “görüş” farklarının büyümekte olduğu gerçeği de gözden kaçmamaktadır. Fransa’nın son AB Zirvesinde Kuzey Makedonya ile Arnavutluk’un AB üyelik müzakerelerinin başlamasını engellemesi Almanya tarafından onaylanmamış, Fransa’nın AB’nin (Balkanlar’da) genişlemesinin önünü kesmesi AB içinde çok az destek bulabilmiştir.
Almanya’nın bir yandan NATO’nun devamını diğer yandan AB’nin Balkanlar’da genişlemesini savunduğu anlaşılmaktadır. Almanya’nın NATO’nun devamını savunması esasında anlaşılır bir husustur. Almanya, NATO sayesinde savunma harcamalarını en azda tutarak Rusya’ya karşı güvenliğini sağlamaktadır. Almanya’da bulunan 42 bin kadar ABD askeri de NATO sayesinde meşruluk kazanmakta, Rusya’da karşı (masrafları Almanya tarafından karşılanmayan) ek bir güvenlik unsuru oluşturmaktadır.
Berlin’in, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un oluşturulmasını istediği, AB ordusunun masraflarını kimin karşılamasının beklendiği hususunu iyi değerlendirdiği ortaya çıkmaktadır. Almanya’nın, Rusya’nın büyük askeri gücüne karşı etkili bir denge olacağı çok şüpheli olan, AB “ordusunun” masraflarını üstlenmek istemediği açıktır.
Fransa’da ise, geçmişe baktığımızda, ABD karşıtlığı açıkça görülmektedir. Fransa’nın Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle tarafından NATO’nun askeri kanadından çekildiği, NATO’nun merkezinin Paris’ten Brüksel’e taşınmak zorunda kalındığı hatırlardadır. Cumhurbaşkanı Macron’un NATO karşıtlığı ve AB genişlemesini engellemesi sebebinin Fransa da artan aşırı sağın etkinliği olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimleri 2022 yılında yapılacaktır. Ekonomi başta olmak üzere Cumhurbaşkanı Macron ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunmakta, halk arasındaki desteğini ve popülaritesini kaybetmektedir. Aşırı sağın lideri Marine Le Pen’in 2020’de şansının yüksek olduğuna ve (bu kez) seçimi kazanabileceğine inananların sayısı artmaktadır.
Doğal olarak bu hafta Türk kamuoyunun bütün dikkatleri Vaşington’a, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkan Trump ile yapacağı görüşmeye ve ABD’de gerçekleştireceği temaslara çevrilmiş bulunmaktadır. Erdoğan-Trump görüşmesi Türkiye-ABD ilişkileri kadar Suriye ve Türkiye’nin Suriye’de ABD ile yürütmek istediği işbirliği için önemlidir.
Aralık ayında ise dikkatler ilk önce 3-4 Aralık’ta Londra’da yapılacak NATO Zirvesine ve daha sonra ise 12 Aralık’ta yapılacak İngiltere seçimlerine dönecektir. Hem çok kritik bir dönemde yapılan NATO zirvesi hem de İngiltere seçimleri Avrupa, Kuzey Atlantik bölgesi ve Dünya’daki uluslararası dengelerin devamı ve oluşması için önem taşımaktadır.
Hala Dünya’daki en büyük ve önemli ülkeler arasında yer alan İngiltere’yi kimin yöneteceği, bu ülkede Başbakanın kim olacağı tek başına önem taşımaktadır. Ancak 12 Aralık seçimleri, Brexit düğümünün nihayet çözüleceği beklentisini yarattığı için, olduğundan da büyük bir önem kazanmıştır. 12 Aralık seçimlerinden sonra oluşacak İngiliz Parlamentosunun 3 yıldan bu yana devam eden Brexit karmaşasına nihayet bir nokta koyacağı beklentisi bulunmaktadır.
İngiltere’de Brexit referandumu 23 Haziran 2016 tarihinde yapılmıştır. O tarihten sonra gelişen Brexit süreci içinde İngiltere (Muhafazakar Parti içinden) 3 Başbakan değiştirmiştir. Başbakan David Cameron kendi partisi içindeki Brexit yanlılarını tatmin etmek için ve sonucun Brexit aleyhine olacağını düşünerek İngiltere’yi 2016 yılında referanduma götürmüştür.
Referandumun sonucu, Başbakan Cameron’un tahminlerinin aksine, küçük bir marjinle de olsa AB’den ayrılma yönünde olmuş, Cameron Başbakanlık görevinden ve Muhafazakar Parti liderliğinden istifa etmek zorunda kalmıştır. Cameron’dan sonra Başbakanlık görevine gelen Theresa May 3 yıl boyunca Brexit’i anlaşmalı bir şekilde gerçekleştirmeye çalışmış, ancak AB ile vardığı Brexit Anlaşmasını İngiliz Parlamentosuna bir türlü kabul ettirememiştir.
Theresa May de 2019 Temmuz ayında görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Cameron ve May’den sonra göreve gelen ve Brexit yanlısı olarak tanınan Boris Johnson da, anlaşmasız (sert) Brexit’i gerçekleştirememesi ve AB ile vardığı yeni Anlaşmayı Parlamento’dan geçirememesi üzerine, bu kez erken seçim kararı almıştır. Brexit’in kaderi şimdi Aralık’taki seçimlere bağlanmış gözükmektedir.
Paylaş