Paylaş
Geçen hafta Şam rejimi güçlerinin İdlib’e karşı, Rusya ve İran’ın desteğiyle, “topyekün” askeri bir saldırı düzenleyeceği, bu saldırının İdlib’de yeni bir insani krize ve Türk sınırına doğru sığınmacı akımına yol açacağı yönündeki tedirginlik artmış, İdlib’de bir çatışmanın kaçınılmaz olduğu görüşü yaygınlaşmıştı.
Astana Süreci çerçevesinde 7 Eylül tarihinde yapılan Tahran Zirvesi’nde Türkiye’nin İdlib’de ateşkes istemesinin, Rusya ve İran’ın ise ateşkese karşı tutum almalarının, Türkiye ile Rusya arasında İdlib konusunda ciddi görüş ayrılıklarının bulunduğu ve Rusya’nın İdlib’e yönelik askeri bir saldırıyı destekleyeceği yorumlarının yayılmasında rol oynadığı açıktır.
Tahran Zirvesinden sonra Şam rejimi ve Rusya’nın İdlib bölgesine yönelik hava saldırılarının ve bombardımanlarının artması, Moskova’nın İdlib’de askeri bir çözüm istediği ve Türkiye ile Rusya’nın Suriye’de yürüttüğü işbirliğinin”zora girdiği” yönündeki yorumları da arttırmıştır.
Ancak Pazartesi günü Türkiye ve Rusya Cumhurbaşkanları Soçi’de bir araya gelerek, İdlib’deki sorunun insani bir krize dönüşeceği kesin olan askeri bir çatışmayla değil, Türkiye ve Rusya’nın birlikte alacakları tedbirlerle çözülmesine karar vermeleri doğru yönde atılan önemli bir adımdır.
Soçi’de varılan mutabakat İdlib Çatışmasızlık Bölgesinin çevresinde 15-20 km’lik silahsızlandırılmış bölge kurulmasını, radikal grupların bu bölgelerde (İdlib’in içine doğru) çekilmelerini, oluşturulacak bölgede Türkiye ve Rusya’nın ortak kontrolü sağlamalarını, radikal grupların hangileri olduğunu Türkiye ve Rusya’nın birlikte tespit etmelerini öngörmektedir. Soçi İdlib mutabakatı, ayrıca, Türkiye’nin bölgede oluşturduğu 12 gözlem noktasını güçlendirmesini, radikal grupların elindeki ağır silahların toplanmasını da kapsamaktadır.
Soçi’de varılan mutabakatın açıklanmasından sonra Rusya Savunma Bakanının İdlib’e karşı askeri bir operasyonun artık gündemde olmadığını açıklaması, Rusya’nın varılan mutabakata Şam rejiminin de uyacağını garanti etmesi Türkiye’de olduğu kadar (insani bir krizden ve sığınmacı akımından çekinen) uluslararası camiada da ciddi bir rahatlama yaratmıştır.
Soçi’de varılan mutabakatın İdlib’de büyük insani bir krizi önlediği ve Suriye’de sorunların barışçı yöntemlerle ve (her şeyden önemlisi) diplomasi yoluyla çözümüne şans tanıdığı açıktır. Bu mutabakatla gerek İdlib’de gerekse Suriye’de “sorunların” çözümü için istenen “zaman” kazanılmış olmaktadır. Şimdi bu zamanın iyi kullanılması gerekmektedir.
Soçi mutabakatının diğer (çok önemli) bir yanı da Ankara ile Moskova arasındaki diyalog ve işbirliğinin devam ettiğini, bu diyalog ve işbirliğinin sonuç verdiğini, çözümler ürettiğini açıkça göstermesidir. Soçi mutabakatı Ankara kadar Moskova’nın da ikili ilişkilere önem verdiğini, Rusya’nın da Türkiye ile işbirliğinin Suriye sorunun çözümünde “anahtar” durumunda olduğunu “kavradığını” göstermesi bakımından da önem taşımaktadır.
İdlib konusunun kendi başına bir sorun olduğunu ve tamamen (İdlib içinde) çözülebileceğini düşünmek yanlıştır. İdlib’deki durum bütünüyle Suriye sorununun bir parçasıdır ve Suriye’deki genel gelişmeler ve iç savaş sonucu ortaya çıkmıştır. İdlib’deki sorunların tamamen çözümü de Suriye sorununun halledilmesine bağlıdır. Bu durumun Ankara kadar Moskova (ve uluslararası toplum) tarafından da anlaşılması hayati önemdedir.
Suriye’deki sorunun çözümü ise Suriye’deki rejim sorununun halledilmesine, Suriye’de ülkeyi yeniden birleştirebilecek ve 8 yıllık büyük bir yıkıma sebep olan iç savaştan sonra ülke halkının tümünün güvenini kazanabilecek, ülkeyi yönetebilecek, ülke içinde ve dışında sığınmacı durumuna düşen Suriyelilerin evlerine dönebilecekleri ortamı yaratabilecek bir yönetim kurulmasına bağlıdır.
Bunun yolunun da Suriye’de yeni bir Anayasa yapılmasından, bu Anayasa çerçevesinde ülkede yeni seçimler gerçekleştirilmesinden ve yeni bir yönetim ortaya çıkartılmasından geçtiği artık hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı bunu öngörmektedir. Astana ve Cenevre Süreçleri bu amacı hedef almaktadır.
Türkiye ve Rusya Cumhurbaşkanlarının Soçi’de yaptıkları görüşmede Astana Süreci çerçevesinde kurulan Anayasa “yazım” Komisyonu çalışmalarını da değerlendirdikleri, Komisyonun çalışmalarına biran önce başlaması konusunu ele aldıkları anlaşılmaktadır. Tahran Zirvesi sonucunda yayınlanan Ortak Açıklamada da Komisyon çalışmalarına verilen önem esasen vurgulanmıştır.
Yeni Suriye Anayasasının mümkün olduğu ölçüde demokratik, çoğulcu olması; Suriye halkının ülkenin yönetime gerçekten katılımına fırsat yaratması gerekmektedir. Ancak Suriye halkının çeşitli kesimlerinin yönetimde seslerinin duyulmasına fırsat yaratacak bir Anayasa birleştirici olabilecektir. Yeni Anayasa ve gerçek çok partili bir sistem içerisinde, uluslararası standartlara uygun olarak, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası kuruluşların gözetiminde yapılacak serbest seçimlerden çıkacak bir Yönetim 8 yıldır süren iç savaşın izlerini silebilecek, İdlib dahil kalan sorunları tamamen çözebilecek, ülke bütünlüğünü ve siyasi birliğini sağlayabilecek, ülkede yeniden inşa faaliyetlerini başlatabilecektir.
Geçen hafta Suriye konusunda meydana gelen önemli diğer bir gelişme de İstanbul’da yapılan ve 4 ülkeden dış politika konularında önde gelen yetkililerin katıldığı toplantıdır. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın başkanlığında yapılan bu toplantıya Rusya ve Fransa Cumhurbaşkanları ile Almanya Başbakanı’nın dış politika baş danışmanları katılmışlar ve Suriye konusunu tüm yönleriyle ele almışlardır.
Rusya’nın Suriye’de en etkili dış güç durumuna geldiği ve Suriye sorununun çözümünde Rusya’nın en önemli rollerden birini oynayacağı açıktır. Moskova’nın desteği olmadan Suriye sorununu çözmek imkanı artık bulunmamaktadır. Rusya’nın desteği ve gerektiğinde baskısı olmadan (güçlenen) Şam rejimine görüşmelerle bulunacak bir çözümü kabul ettirmek imkanı yok gibidir.
Fransa uzun bir dönemden beri Suriye’de “bir rol” oynama isteğindedir. Fransa’nın Suriye’ye ilgisi eskidir ve Birinci Dünya Savaşından 1946 yılına kadar Suriye’yi yönetmesiyle de ilişkilidir. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Fransa’ya uluslararası ilişkilerde “daha etkili rol” bulmaya çalıştığı da bilinmektedir. Şimdiye kadar Fransa’nın Suriye’deki rolü ABD’ye destek olmak ve PYD/YPG’nin kontrolündeki bölgede bulunmak dışına çıkamamış, olumlu bir şekil almamıştır.
Almanya’nın ise Suriye ile başlangıçtan itibaren “fazla” ilgilendiğini söylemek mümkün değildir. Almanya’nın Suriye’ye ilgisi de, Vaşington’un baskısıyla, ABD’nin DEAŞ’la “mücadele” koalisyonunda yer almanın dışına çıkmamıştır. Ancak 2015 yılında yaşanan sığınmacı krizinin Almanya’nın Suriye’ye bakışını ve ilgisini büyük ölçüde “değiştirdiği” izlenmektedir. Almanya, İdlib konusunda (sorunun insani bir krize yol açmadan diplomasi yoluyla çözümü yönünde) Türkiye’ye en fazla desteği sağlayan ülkeler arasında yer almıştır.
Başkan Trump’ın NATO ve Avrupa Birliği karşıtı söylem ve uygulamalarının Almanya dış politikasında bazı “tutum” değişikliklerini ortaya çıkartmakta olduğu, Almanya’nın özellikle Avrupa çevresindeki bölgelerde, önümüzdeki dönemlerde daha “aktif” politikalar içerisine girebileceğini gösteren işaretler artmaktadır. Cumhurbaşkanı Macron’un Avrupa’nın bundan böyle savunması için ABD’ye güvenemeyeceği yönündeki ifadelerinin Başbakan Merkel tarafından da aynen “paylaşıldığına” şüphe bulunmamaktadır.
İstanbul’da 4 ülke üst düzey yetkililer arasında yapılan toplantının bu ülkelerin liderleri (Türkiye, Rusya ve Fransa Cumhurbaşkanları ve Almanya Başbakanı) arasında yapılacak bir zirveye dönüşüp dönüşmeyeceği henüz belli değildir. İstanbul’da gerçekleştirilecek böyle bir zirve, Almanya ve Fransa’nın Suriye sorununa siyasi bir çözüm bulunması yönünde, aktif desteklerinin sağlanması bakımından muhakkak ki olumlu etkiler yapabilecektir.
Aynı Türkiye-Rusya ilişkileri gibi, Türkiye-Almanya ilişkilerinin de sadece Suriye bağlamında değerlendirmesi son derece yanlıştır. Türkiye’nin Almanya ile çok yönlü ve önemli ikili ilişkileri bulunmaktadır. Türkiye-Almanya ekonomik ilişkileri iki ülke için de büyük önem taşımaktadır. Trump Yönetimi’nin Türkiye’ye karşı “tehdit ve yaptırım” politikaları izlediği bir sırada, Berlin’in Türkiye’nin arkasında duran bir tutum alması, ikili ilişkilerin normale döndürülebileceği ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde (gerçekçi de olsa) önemli bazı açılımlar sağlanmasının mümkün olabileceği yönündeki beklentileri arttırmıştır.
Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Eylül ayı sonunda Almanya’ya yapacağı resmi ziyaretin daha da önem kazandığını söylemek mümkündür. Bu ziyaretin Türkiye-Almanya ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde yeni açılımlara yol açması ve (bunların yanında) ziyaret sırasında Suriye konusunda İstanbul Zirvesi’yle ilgili bir karara varılması beklentisi kuvvet kazanmıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurul toplantılarına katılmak üzere Eylül ayının 3. haftasında New York’a gideceği bilinmektedir. Cumhurbaşkanı’nın New York’ta gerçekleştireceği dış temasların gündeminde Suriye ve bu ülkede siyasi bir çözüm konusunun ön sıralarda olacağı muhakkaktır. New York’ta bulunduğu sırada Cumhurbaşkanı’nın Başkan Trump’la bir görüşme talebinde bulunmayacağı Cumhurbaşkanlığı ofisinden açıklanmıştır. Bununla beraber, ABD tarafının isteği veya başka “vesilelerle” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkan Trump’la bir araya gelip gelmeyeceği henüz belli değildir.
Geçen hafta sonu İdlib şehrinde yüz binlerce kişinin katılımıyla düzenlenen siyasi gösteri uluslararası toplumun ilgisini üzerine toplamıştır. Suriye iç savaşının başında ılımlı muhalefet tarafından düzenlenen protesto gösterilerini çağrıştıran bu miting, Suriye’de halkın direnişi (çağdışı) aşırı radikal gruplar tarafından “amaçlarından ve doğal gelişiminden” kaçırılmasaydı, Suriye’nin bugün nasıl bir durumda olacağı sualini akla getirmiştir.
Paylaş