Aslında bunama tuhaf bir şey... Yemek yerken ‘‘Bu akşam, nedense hiç iştahım yok’’ diyorsunuz. Ama beslenmeliyim diye düşünüp ite kaka lokmaları yutuyorsunuz.
Sonra da yarım saat önce akşam yemeği yediğinizi bu yutmaya çalıştığınızın ikinci akşam yemeği olduğunu hatırlıyorsunuz. ‘‘Benim rakılarımla sigaralarımı kim içiyor? Dolu kül tablalarını buzdolabına kim koyuyor?.. Kahverengi pabucumla siyah pabucumun öbür tekleri nerede?’’ diye evde bas bas bağırıp dolanıyorsunuz. Tabii, size kimse cevap vermiyor. Çünkü, evde sizden başkası yok. Üstelik pabuçlar da tekeş tükeş zaten ayağınızda...
Bir borcu iki kez ödediğiniz oluyor. Aman ne halt ettiğimi unutmayayım diye yaptıklarınızı ve yapacaklarınızı bir deftere kaydediyorsunuz. Ama akıl defterinizi de yine evde olmayan biri siz bulamayasınız diye saklıyor.
İşin en acıklı yanı da yazıp çizdiklerinizle ilgili... Uğraşıp didinip çok güzel olduğuna inandığınız bir konu buluyorsunuz. Saatlerce uğraştıktan sonra yazının ya da karikatürün sonuna doğru ‘‘Tuu, ben bunu daha önce çizmiştim ya da yazmıştım!..’’ diye ağlamaya başlıyorsunuz ve yırtıp atıyorsunuz. Köşe yazarı olsanız işiniz kolay... Aynı konuyu yüz kere hatta bazen aynı sözcüklerle evirip çevirip yazıverirsiniz. Ama adınızın mizahçıya çıkması gibi bir felakete uğramışsanız bir espriyi, bir nükteyi sadece bir kere yapmaya hakkınız vardır.
Geçen akşam aklıma bizim Kerem'in umutsuz aşk hikayesi takıldı. Ben, bu öyküyü mutlaka yazmışımdır dedim. Düşündüm, taşındım, yarım paket sigara içtim, yazıp yazmadığımı hatırlayamadım. Bu yazıların sayısı bini buluyor neredeyse... Gel de hatırla... Ya yazmamışsam? Güzelim öykü güme mi gitsin yani...
Aman canım, yazmışsam da yazmamışsam da yine yazacağım işte... Uysa da uymasa da hesabı... Yazmışsam bunaklığıma verin. Gerçi bu yaşam patakütesi içinde sizin belleğinizin de benimkinden hallice olduğunu sanmıyorum.
*
Bizim Kerem, Aşık Kerem misali bir aşık oldu ki ağzından çıkan bir alevi eksik. Gerçi kızın adı Aslı değil de Tülin, ama olsun... Oğlan yemekten içmekten kesildi, soldu kurudu. Ülser ağrısı çeker gibi iniltili sesler çıkarmaya, gözlerini duvara daldırıp trene bakar gibi düz duvara bakmaya, üç sigarayı aynı anda içmeye başladı.
Ağzına bira koymayan delikanlı bizim gazetenin kopuk takımına takılıp meyhane meyhane dolaşır oldu.
Kerem, o yıllarda bizim gazetenin spor sayfasına yakışmayacak kadar efendi bir spor yazarıydı. Saygıda, sevgide kimseye kusur etmez herkes tarafından sevilirdi. Az maaş alır fakat temiz ve şık giyinirdi. Boylu boslu sayılmazdı ama esmer yüzünü aydınlatan açık ela gözleriyle yakışıklı bir Adana delikanlısıydı. Babası ölünce anacığını Adana'dan getirmişti. Ana - oğulun Fatih'te bir kira evinde alçakgönüllü bir yaşamları vardı.
‘‘Altan, oğlan göz göre göre elden gidiyor.’’
‘‘Ne yapabiliriz ki?’’
‘‘Kızla konuşalım.’’
‘‘Bak Oğuz, bana gel yürüyerek Sivas'a gidelim de giderim. Şurada 10 kişi var, bize posta koyuyor. Dövüşelim de, gık çıkarmadan dayağımı yerim. Ama beni aşk meşk işlerine bulaştırma, yeminliyim!’’
Altan da yan çizince Kerem'in derdi üstüme kaldı. Eh serde her çorbaya maydonozluk var. Kerem'i dert edindim bende neşe ne arar.
‘‘Git lan, kıza açık açık söyle... Belki senin yangınından haberi bile yoktur.’’
‘‘Sen benim ölümümü istiyorsun abi.’’
‘‘Niye be?’’
‘‘Avrupa'da kolejler bitirmiş bir içim su, koca Kadiroğlu Holding'in tek kızı... Benim burnuma güler. Ben de kendimi gazetenin terasından aşağıya atarım.’’
‘‘Daha yüksek bir yer bul! Bizim gazete üç katlı, salaklığı bırak oğlum, arslan gibi delikanlısın. Ekmeğini taştan çıkarıyorsun. Kızım olsa senden iyisini bulamam. Bir dene yahu!..’’
‘‘Deneyemem ölürüm.’’
‘‘Sen bu kızla nerede karşılaştın?’’
‘‘Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü'nde... Tenis maçları sırasında tanışıp konuştuk. Hatta gülüştük bile... Hafta sonları kolej arkadaşlarıyla TED'de buluşup çay içiyorlar. Ben de her hafta sonu gidip onlara uzaktan bakıyorum.’’
‘‘Yarın sinekkaydı tıraş ol. Bu sıcakta bu takım elbiseyi de sırtından çıkar, tişört filan giy. Sırım gibi adalelerin ortaya çıksın. Yarın TED'e gidiyoruz.’’
Gazetede bir ara Nezih Demirkent'e rastladım. Burnundan soluyordu.
‘‘Sayfaya haftalardır Fenerbahçe haberi girmiyor. Bu Kerem'i işten atacağım sonunda!’’ diye homurdanıyordu.
‘‘Ben sana en baba Fener karikatürleri çizerim. Ama oğlana birkaç hafta dokunma.’’
‘‘Haber atlıyoruz, niye dokunmayayım?’’
‘‘Çünkü aşık.’’
Gazeteciliğin duayenlerinden Nezih'i Babıali'de sert ve acımasız bilirler. Ama yanlıştır. Rahmet olsun duygulu bir arkadaşımdı.
‘‘Bir hafta!..’’
‘‘Aşk bu be Nezih!’’
‘‘Pekiyi, iki hafta!’’
*
TED'deki leydiler masasına hemen sarktık. Bizim Kerem'in de çay niyetine yuvarladığı kanyaklardan ötürü çenesi düştü. Esprinin bini bir para... Gencecik çiçek gibi kızlar ağzımızın içine bakıyorlar. Ev külfetinden korkmasam neredeyse ben bile morukluğumla iş tutacağım... Bir ara Tülin'i kıstırdım. ‘‘Bu oğlanın hali ne olacak benim güzel kızım?’’
‘‘Pısırıklığı bırakırsa bizim aileye damat olacak. Onun ela gözlerine bakarken ateşim yükseliyor, kendimi cennette gibi hissediyorum Oğuz Bey...’’
‘‘Baban verir mi?’’
‘‘İlk gençliğimdeki Fransız kloşarı Marsel rezilliğinden sonra göbek bile atar. Siz gelip isteyin hele...’’
‘‘Kadiroğlu Holding'in sahibi koca Sinan Bey, bir çulsuza razı olur mu?’’
‘‘Üste üç şirket bile bağışlar. O da rahmetli anacığımdan sonra şarkıcı Suzan'la evlenebilmek için benim evden gitmemi gözlüyor. Üstelik Suzan Hanım'dan da bir oğlu oldu.’’
*
Bilirsiniz, nişanı kız tarafı yapar. Amanın nişan dedimse sayın ki İngiltere Kraliçesi'nin taç giyme töreni... Bizden iki bakan, en kalın zenginlerimizin ailecek hazır ve nazır efradı, Fransa'dan Tülin'in birkaç profesörü ve patron dahil bizim gazetenin tam takımı...
Patlayan flaşlar altında Kerem'le Tülin Hilton'un balo salonunun sahnesine geldiler. Yüzükleri baba Sinan Bey takacak.
Sinan Bey yüzükleri taktı. Tam yüzüklerin arasındaki kırmızı kurdeleyi makasla keserken gözü bizim herifin kravatına takıldı.
‘‘Bu kravat sarı lacivert.’’
‘‘Evet efendim, takımımın renkleri...’’
‘‘Biz Fener'e daha geçen yıl üç tane basmıştık!’’
‘‘Siz kim?’’
‘‘Biz Gassaray!..’’
‘‘Hadi be, siz bu yıl yediğiniz dört tanenin acısını daha apış aranızdan çıkaramadınız!’’
‘‘7-2'yi unuttun mu Adana kırosu?.. Tarih öğren tarih!..’’
‘‘Hattir lan senin Fatih'e kaç kere çimleri yoldurduk. Turgay da yakında civciv çıkaracak. Çünkü folluk oldu.’’
Birden o iki kibar adam gitti. Yerine ağızlarından köpükler saçıp birbirine küfürler yağdıran iki kenar mahalle külhanı geldi.
‘‘Ulan senin gibi kıytırık Fenerli'ye kız veren çarpılır be!..’’
‘‘Senin gibi Gassaray yumuşağının kızını alan kim lan!..’’
Ortalık bir dakikada karışmış, nişan salonu da adeta ikiye bölünmüştü...
Fener'e ve Galatasaray'a küfürler gırla gidiyordu. Birden aklıma Şekspir'in Romeo ile Jülyet'indeki Kapuletler'le Montegüler'in hırlaşması düştü. O sırada Tülin,
‘‘Ben Beşiktaşlı'yım!..’’ diye bir avaza bağırıyordu. Ama o patırtı içinde sesi duyulmuyordu.