‘Tersine çok iyi biri ama, sen yine de kendini kolla.’
‘Niye yahu?’
‘Yakında anlarsın’ demişlerdi.
Gazetede çizmeye başladığım ilk gün odamın kapısı ‘Gümm’ diye açıldı. İçeriye şirin ve güleç yüzlü, temiz kılıklı biri girdi. Coşkuyla elimi yakalayıp sıktı.
‘Seninle nihayet aynı gazetede çalışacağım için ne kadar mutlu oldum bilemezsin.’
Adeta kaybettiği bir dostunu yıllar sonra görmenin sevinci içindeydi. Adamı tanımıyordum, ama hemen kanım kaynadı. Mavi gözlerinden sevecenlik, güleç yüzünden iyilik akıyordu. Masamın üstüne baktı.
‘Bir çay bile içmemişsin. Zaten bu gazetede çaycıyı bulmak, Kutuplar’da petrol bulmaktan zordur’ deyip bir koşu fırladı. Az sonra elinde iki bardak çayla döndü.
‘Çok teşekkür ederim, niye zahmet ettiniz?’
‘Ne zahmeti canım, senin gibi bir sanatçıya çay taşımak bana mutluluk verir. Afedersin, kendimi tanıtmayı unuttum, ben Adnan.’
‘Tanıştığımıza çok sevindim’ dedim, ama pek de sevinmedim. Adnan adını duyunca içimdeki sıcak duygular uçup gitti. Herhalde beni boş yere uyarmamışlardı. Bu sevimli görünüşün altında, belki de namussuz bir herif gizleniyordu. Çayı bitince izin isteyip gitti. Ben de yarım ağızla, soğuk bir ‘Güle güle’ dedim. Ama soğukluk işe yaramamış olmalı ki Adnan yarım saat sonra yine odama geldi. Üstelik sevecenliğine bir de samimiyet eklemişti. Bir sandalyeyi çekip yanıma oturdu. Elini omuzuma koyup,
‘Bak Oğuz, aynı gazetede çalışanlar aynı aileden sayılırlar. Birinin derdi, hepsinin derdidir. Lütfen beni kardeş bil ve sıkıntını saklama. Bu gazeteye yeni girdin ve ay başına daha 25 gün var. Mutlaka maddi sıkıntın vardır. İzin verirsen sana biraz borç para vermek istiyorum. Ben bekár bir adamım ve aşırı hiçbir masrafım yok. Üstelik babadan kalma biraz yan gelirim bile var. Sen sıkıntı çekersen, onca para benim kursağımdan geçmez’ deyip elini cebine attı. Adnan doğru tahmin etmişti. Bu gazeteye girmeden önce aylarca işsiz dolaşmıştım. Ev sahibim kira borcum yüzünden beni icraya vereceğini söyleyip duruyordu. Bakkal Halil ise, veresiyeyi 2 hafta önce kesmişti.
Adnan cebinden bir tomar para çıkarınca, bileğini tuttum. Sesimi sertleştirip,
‘Çok teşekkür ederim Adnan Bey, ama param var. İhtiyacım olursa ben size haber veririm’ dedim. Adnan kırgın bakışlarla yüzüme baktı ve özür dileyip gitti.
*
Öğle yemeği için yemekhaneye indiğim zaman masalar tıklım tıkaç doluydu. Bir tek Adnan’ın yanındaki sandalyeler boştu. Sanki vebalıymış gibi adamın yanına kimsecikler oturmamıştı. Tabii ben de oturmadım. Bir sandalyenin boşalmasını bekledim.
O günün sonrasını çok şükür Adnan’sız geçirdim. Ama gazeteden çıkınca daha 10 metre yürümeden yanımda bir araba durdu. Adnan başını pencereden çıkarıp,
‘Ne tarafa?’ diye sordu. Tuzağa düşmemek için,
‘Siz ne tarafa?’ diye cevap verdim.
‘Ben eve gidiyorum.’
‘Pekii, eviniz ne tarafta?’
Fena halde sıkışmıştım. Artık ‘Sizinki ne tarafta?’ diye sorma şansım yoktu. Can havliyle kafamı çalıştırdım, öyle sapa bir yer söylemeliydim ki, Adnan beni arabasıyla evime bırakmaktan derhal caymalıydı. Aksi gibi aklıma bir semt ismi de gelmiyordu. Arkamızda birkaç araba birikip korna çalmaya başlamıştı bile. Birden telaşla,
‘Ne güzel rastlantı, ben de Basınköy’de oturuyorum zaten. Küçükçekmece bizim evden 2 kilometre bile çekmez. Seni bırakıp eve öyle dönerim’ dedi. Biraz direnecek gibi oldum, ama adam benden güçlüydü ve en az 15 kilo ağırdı. Yolda ikram olsun diye arabanın radyosunu da açtı,
‘Hangi müzikten hoşlanırsın?’
‘Hangisi olursa fark etmez.’
‘Senin bağlama çaldığını duymuştum, demek ki Halk Müziği’ni seviyorsun’ deyip uğraştı didindi, türkü çalan bir istasyon buldu. Topkapı’yı geçtiğimiz sırada ben hálá içimden kendime küfürler yağdırıyordum.
‘Ulan salak, bir yere gitmiyorum... Evim filan yok... Nah şuradaki otelde kalıyorum demeyi akıl etsene dümbelek!’
Merter’i geçerken bir ara aklıma kötü fikirler düştü. Yoksa arkadaşlar Adnan için öyle bir şeyler mi ima etmek istemişlerdi? Çaktırmadan adamı alıcı gözüyle süzmeye başladım. Homoseksüel birine benzer bir hali yoktu. Ama belli mi olurdu!.. Ben bunları aklımdan geçirip bir taciz durumunda nasıl davranacağımı hesaplarken Adnan,
‘İçimden ne geçiyor biliyor musun? Önce bize gidelim, senin gazeteye başlaman şerefine birer kadeh içki içelim. Harika bir Fransız konyağım var. Hatta yemeğe de kalırsan, çok daha mutlu olurum. Tabii, evde yenge beklemiyorsa...’
O sıralarda bir evlilik molası yaşadığım için boş bulunup,
‘Evde yenge menge yok’ dedim. Sonra da içimden,
‘Hay ben benim ağzıma şaapıyım. Gecikirsem çoluk çocuk beni merak eder desene a hıyar!..’ diye kendime yine sıvandım. Sonra da eve konuk beklediğim ve gecikirsem çok ayıp olacağı konusunda Adnan’ı zor bela ikna edip Küçükçekmece’de tanımadığım bir sokakta arabadan indim. Gazeteden çıkarken cebimde sadece Nişantaşı’na gidecek kadar dolmuş parası olduğundan, Küçükçekmece’den otostop yaptığım domates yüklü bir kamyonla İstanbul’a geceyarısı dönebildim.
*
Ertesi gün gazeteye geldiğimde Adnan’ı odamda beni beklerken buldum.
‘Dün gece uyku tutmadı. Yüzünün solgunluğu ve peşpeşe sigara içişin sabaha kadar gözümün önünden hiç gitmedi. Hele, arada bir kesik kesik öksürmen, tipik bir belirti...’
‘Neyin belirtisi?’
‘Tüberkülozun... Şu sıralarda zaten salgın hale geldi. Mutlaka bir doktora görünmelisin. Hem de şimdi!..’
‘İlgine teşekkür ederim ama, ben maaşallah domuz gibiyim. Günde 3 paket Maltepe’nin üstüne gidip bir de boks antrenmanı yapıyorum. Şimdi doktora değil, iyi bir karikatür esprisine ihtiyacım var. Çünkü karikatürümü Anadolu baskısına yetiştirmem gerek.’
Adnan yüzüme o kadar kırgın ve küskün gözlerle baktı ki, bir an boş bulunup adama acıdım. Ama hemen kendimi toparlayıp odada yalnızmışım gibi günlük gazeteleri okumaya başladım. O da, sessizce odadan çıkıp gitti.
*
Karikatürümü bitirip tam gitmeye hazırlanıyordum ki, Adnan yanında adam azmanı, çantalı biriyle geldi. Azman selamsız sabahsız elini omuzuma bastırıp beni sandalyeme çökertti ve,
‘Soyunun!’ dedi. Ben tam ‘Höst lan niye soyunuyormuşum? Sen beni artist heveslisi mi sandın?’ diyecekken Adnan,
‘Fahrettin Bey benim okul arkadaşımdır ve Göğüs Hastalıkları uzmanıdır. Ricamı kırmayıp seni muayene etmeye geldi’ dedi. Demekle de kalmadı, elindeki poşetten çıkardığı bir sürü ilacı masama yığdı. Ben de,
‘Ah, çok teşekkür ederim. Siz buyurun oturun, ben de soyunayım’ deyip ayağa kalktım ve Adnan’a sağ gösterip sol bir sayd step adım çekip (yani yan adım) kapıdan fırlayıp çıktım.
*
Bir seçim gecesi gazete arı kovanı gibiydi. Yalnız haberciler değil, magazin, spor servisi hatta biz çizerler bile telefonlara koşup, hesap-kitap yapıp seçim sonuçlarını okura yetiştirmeye çalışıyorduk. Birden Yazıişleri salonunun kapısı tekmeyle açıldı. Adnan, kırık camlara basarak içeri girdi. O sevecen ve güleç hali yok olmuştu. Kan çanağına döndüğü için mavisi kaybolmuş gözleriyle hepimize çıldırık bakışlarla baktı. Sallanmasından, epeyce içki yüklü olduğu da anlaşılıyordu.
‘Ulan alçaklar!.. Ulan namussuzlar!.. Sizlere küçücük bir iyilik yapmama bile izin vermediniz. Birine yardım etmeden, iyilik yapmadan bu dünyada yaşanır mı be!.. Bırakın lan size azıcık iyilik yapayım or..pu çocukları!..’ diye bir avaza bağırıp çağırdı. Sonra da omuzları çöktü, boynu büküldü, ayaklarını sürüyerek çıkıp gitti.
*
Aradan upuzun yıllar geçtikten sonra geçenlerde Adnan’a rastladığım için bu yazıyı yazdım. Üstü başı, hali tavrı perperişandı. Beni tanımadı bile. Elindeki bir torbadan ekmek kırıntıları çıkarıp denize atıyordu ve kendi kendine,
‘Geh... Geh... Balıkçıklar, bakın Adnan abiniz size yine mama getirdi. Geh!.. Geh!..’ diye söyleniyordu. Ama görünürde tek bir balık bile yoktu.