Paylaş
Ben de polemikçi ve ünlü bir yazar olmak istiyorum
Önce Çetin Altan'a bulaşayım diye düşündüm. Çünkü, cahili olduğum bu yazıcılık mesleğini yavaş yavaş öğrendikçe okunmak için ille de başka bir yazarla polemiğe girmek gerektiğini çakmış bulunuyorum. Polemik dedikleri de, laf kondurmak ve hırlaşmak... Örneğin Hıncal Uluç'la Erman Toroğlu gibi iki eski dostun itişip kakışmalarından, sözümona hiç hoşlanmıyorum. Ama atışmalarını da okumamazlık edemiyorum. Üstelik okurken keyiften dişlerim bile kamaşıyor.
Yoksa Selahattin Duman'a mı dokundursam? Ama onun kendi yazılarından gayrısını okuduğundan hiç emin değilim. Özene bezene yazacağım teşbihler, istiareler, ima ve telmihler hallaç yellenmesi gibi boşa gidecek. Üstelik her ikisi de başka gazetede çalışıyor. İki taraf da aynı anda okunmalı ki, hırlaşmaları heyecanlı olsun ve okur tadına varsın.
En iyisi bizim gazeteden polemiğe girebileceğim bir yazarı seçmek. Örneğin, Ertuğrul Özkök'le dalaşmak hiç fena olmaz. Hayırr!.. Gayet fena olur!.. Çünkü Özkök, çalıştığım gazetenin Genel Yayın Yönetmeni!.. Beni mahv-ü perişan eder. Sakın gazeteden atılmaktan korktuğumu filan sanmayın. Nerede Ertuğrul Bey'de beni atacak o merhametli yürek ve nerede bende o talih?.. Asla reddedilemeyecek kibar ve kurnaz bir sevimlilikle haftada bir-iki röportaj, iki üç spor yazısı ve bir çizgi roman daha yazıp çizersem, ülkemizin kurtulacağını beni iki kadeh arasında ikna ediverir maazallah!..
Aslında bulaşmak için en mümbit toprak Fatih Altaylı... Zaten, yaşlı başlı devlet adamlarına ‘‘Ohhaa!.. Çüüş!.. Hösst!..’’ gibisinden Mekteb-i Sultani terbiyesine uygun düşmeyen hitaplarda bulunmasına bozulup duruyorum. Ama delikanlıda bir bilekler var, vallahi bacağım kalınlığında... Yumruklar dersen, çocukluğumdaki ekmek somunları gibi... Bekir'le Emin derseniz, hiç olmaz. Biri ciddiye almaz dalgasını geçer, öteki çok fazla ciddiye alır 30 yıllık dostluğumuz bozulur.
Böylece son şansım olarak elimde kala kala bir tek Serdar Turgut kaldı. Üstelik gözlüklü ve göbekli oluşu ve de ancak omuz hizama gelişi (o da zıplarsa) şansını iyice arttırdı. Demek ki, POLEMİKDAŞIM Serdar olacak ve oğlanın hiç kurtuluşu yok!.. Ne yapalım, her mesleğin birtakım tehlikeleri vardır. Bu yazıyı okurken Serdar'ın,
‘‘Ah keşke itfaiyeci, motorsiklet yarışçısı ya da sirklerdeki bıçak atıcıların hedefte duran asistanı olsaydım!..’’ diye iç çekerek homurdanmasını şimdiden duyar gibiyim.
Şimdi gelelim polemiğimize Serdar'cığım;
Böbür böbür böbürlendiğin öteki Türkiye buluşunun 'Orda bir köy var uzakta' ilkokul şiirinden bu yana çiğnenmekten çuving-gam, yani çiklet olmuş ve artık tedavülden kalkmış bir deyim olduğundan yaşın icabı haberin yok. (Nasıl, lafı iyi kondurdum mu?) Çuving-gam sözcüğünü de mahsusçuktan okunduğu gibi yazdım. Çünkü İngilizce yazılışını okuyamayabilirsin. Ben de senin gibi Niyork'ta bir hayli bulundum. (Hem de tam 4 gün!..) Onca zaman içinde Niyork'ta doğru dürüst İngilizce konuşabilen bir Allah'ın kuluna rastlamadım. Yani ikide bir paraladığın İngilizce'den pek emin değilim.
Ayrıca benim gibi bakkaldan parasının üstünü tam olarak almaktan aciz biri bile, senin ekonomi bilginin eski tüfeklerimizden Sadun Aren Hoca'nın kötü bir kopyası olduğunu çakar. (Bak: Yüz Soruda Ekonomi-Yayıncı Fethi Naci) Üstelik ikiniz de eski TİP'li olduğunuzdan, senin için başka türlüsü zaten mümkün değildir. (Lafın burası biraz muhbirliğe giriyor, ama yazar polemiklerinde muhbir vatandaşlık son derece doğal ve kullanışlı bir yöntemdir. Hatta beni 50'sinden sonra asker kaçağı diye ihbar eden yazarlarımız bile olmuştu.)
Gelelim Fransız şarabından pek bir anlar geçinmene... Anımsıyor musun, geçenlerde size etiketsiz bir şarap şişesiyle gelmiştim. Getirdiğim şarabı bir bardağa koyup sana tattırmıştım. Sonra da,
‘‘Bil bakalım bu şarap ne millet ve markası ne?’’ diye sormuştum. Sen de bilgiç bir edayla gözlerini tavana dikip ve dilini damağında şaplatıp,
‘‘Hımm, Fransız Şatö Nöf dü Pap 1986 ürünü!..’’ demiştin. Tabii ben de,
‘‘Amanıın!.. Nasıl bildin, sen bir dahisin ve bir şarap profesörüsün!..’’ gibisinden çığlıklar atmıştım. Çünkü o akşam yeni açılan bir Çin lokantasına gidecektik ve hesabı sen ödeyecektin.
İşte bu nedenle Şatö bilmemne dediğin şarabın içine Kokakola karıştırılmış Vefa Bozacısı markalı bir şişe sirke olduğunu söylememiştim. Zaten, bir oturuşta içine kelle ve paça kıyması karıştırılmış 250 gramlık Big Burger denilen köfteden hoşlanan ve ketçap manyağı olmuş bir damağın Fransız şarabından anlaması mümkün değildir. Mavi ispirtoyla Yeni Rakı'yı birbirinden ayırması bile başarı sayılır. Bana inanmıyorsan Tuğrul Şavkay'a sor.
Bildiğin gibi yazarlar arasındaki bu tür tartışmaların ve atışmaların bir kuralı ve raconu vardır. Sadece fikirler tartışılır ve bu tartışmaya özel yaşamlar karıştırılmaz. İşte, ben de bu yazarlık etiğine uyarak seni eşin Rana'yı haftada en az iki kere dövdüğünden okurlara söz etmeyeceğim. Üstelik tembel olduğun için, elini kullanmayıp bu işi sopa veya terlik aracılığıyla yapman da bana göre ayrı ayıp... Bir de her yazında kızı sana zulmetmekle suçluyorsun... Mavi Dam mı, Mor Çatı mı, adı her neyse kocalarından dayak yiyen kadınların sığındığı evler var ya, Rana Hanım'ı işte o evlerden rica minnet ve yalvar yakar kaç kere eve geri getirdiğimizi yazarlık etiği gereği yine açıklamayacağım. Bu sizin aile içi sorununuz ve kimsecikleri ilgilendirmez. Ama Rana Hanım geçen hafta size komşu olan eczaneden neden 50 gr. arsenik aldı diye insan düşünmeden edemiyor.
Yazdıkların içinde en çok ağırıma giden ne oldu biliyor musun? Bunca yıldır ekmeğini yediğin, suyunu içtiğin cennet vatanımızın has evlatlarından olan vatandaşlarımızı, üçkáğıtçılıkla itham etmen!.. Daha üç gün önce dalavereciliğin, üçkáğıtçılığın genetik özelliklerimizden kaynaklandığını iddia edip şunları yazdın:
‘‘....Gazetedeki haberi okuyunca 'Pes, bu kadarı da olmaz ki' dedim kendi kendime...
Adamlar İzmir'de gizli rafineri kurmuşlar. Burada sahte yakıt üretmişler. Sonra da bu akaryakıtı ruhsatsız olarak çalıştırdıkları benzin istasyonunda satmışlar.’’
Böyle bir habere şaşırman, hatta bu olayda Türk milletinin incelmiş yaratıcı gücünü kavrayamaman doğaldır. Herkesin babası oğlunu kıçına vurup döverken, seninkinin kafana kafana vurduğunu defalarca itiraf etmiştin zaten.
Bizim kuşak, senin gibi 20-25 yıllık taze ve tıfıl gazetecilerin bilgi ve görgülerini arttırmayı görev bilen bir kuşaktır. Bu nedenle Türk insanının yaratıcılığı konusunda seni aydınlatmak için küçük bir örnek vermek istiyorum. Öğren de bir daha erik hırsızlığı kadar basit üçkáğıtçılıklara şaşırma.
Bundan çeyrek asır kadar önce bir vatandaşımız, bir devlet dairesi kurdu. Evet bina kiraları, memurların vergileri, çocuk zamları, emeklilik kesintileri dahil bordrolarını bir mutemet gibi götürüp Maliye'den her ay en az 20 kişilik maaş aldı.
Tabii, ortada ne böyle bir devlet binası, ne de bir tek memur vardı. Olaylar nasıl açığa çıktı biliyor musun? Enayi hastalandı ve aybaşında gidip maaşları alamadı. Para kasada kalınca Maliye şüphelendi. Gittikleri adreste öyle bir devlet dairesi olmadığını görünce polise başvurdular. Aynştayn'dan sonra dünyaya gelmiş en zeki insan olan vatandaşımız da böylece enselendi. Yalanım varsa namerdim ve hem vallahi, hem billahi!.. İnanmıyorsan eski gazete koleksiyonlarını aç ve bak!..
Böylece, bir daha yaratıcılık konusunda canım vatandaşlarımın hakkını yemekten vazgeç!..''
Dipnot: Serdar'cığım, en kısa zamanda karşı yazını beklerim. Sakın dalga geçme, ikimiz de birçok köşe yazarı gibi bir anda ünlü olabiliriz. Ama yazarken kantarın topuzunu kaçırma. 185 santim boyunda 90 kilo olduğumu ve sağımın hálá fena olmadığını hatırlatırım.
Huysuz İhtiyar
Faks: 273 01 92
Paylaş