Paylaş
Her rakının bir cini vardır
İnsan dizi hizasının altında mutfak dolabı yapmayı icat eden marangoza beddualar yağdırdım. Yeni öğrendiğim bir İtalyan yemeğini denemek için çömelip mutfağın alt dolabından bir tencere almaya kalkışmıştım. Birkaç yıldır sıska bacaklarım, 90 kiloluk bedenimi artık taşımıyordu. Kalkmaya çalışırken dikine konmuş bir yumurta gibi, yan tarafıma devriliyordum. Mutfağın ortalık yerinde elimde tencereyle çömelik bir durumda yani, alaturka bir tuvalette kaka eder pozisyonda kalakalmıştım. Çatırdayan dizlerime, doğrulamayan belkemiğime düz giderek tencereyi elimden atıp dolabın üst tezgáhına yapıştım. Allah'tan elim kolum hálá tutuyordu. Demek ki boks yaparken onca dayağı boşuna yememiştim. Kendimi bir barfiksçi gibi biseps ve trapez adalelerimin yardımıyla yukarı doğru çekip doğruldum. (Ben bir zamanlar bu işlerin hocasıydım ya... Bu adale isimleri oradan belleğimde kalmış.) Küfür kıyamet buzdolabını açıp üst rafa koyduğum rakı şişesini çıkardım. Kendime duyduğum öfkeyi ancak yumruk mezesiyle içilmiş okkalı bir duble rakı giderebilirdi.
Rakı şişesinin kapağını açınca, önce ortalığı kırmızı bir duman kapladı. Sonra da şişenin içinden tepesi tavana değen, şiş göbek, kırmızı renkli koca bir herif çıktı.
‘‘Dile benden ne dilersin?’’ dedi. Kıçı hálá şişenin içindeydi.
‘‘Sen de kimsin be?’’
‘‘Ben bu şişenin ciniyim.’’
‘‘Artık, Tekel de gazeteler gibi rakı şişelerinin içinde promosyon mu veriyor?’’
‘‘Yok yahu, ben promosyon cini değil, sahici cinim. Bu şişeyi açanın derdine derman olurum, dileklerini yerine getiririm. Senin derdin yok mu?’’
‘‘Olmaz olur mu?.. Bu ihtiyarlık denen musibete bir türlü alışamadım. On basamaklı bir merdiveni bile taksitle çıkıyorum. Saçlarım, dişlerim, her gün beni ufak ufak terk ediyor. Eski çapkınca bakışlarımı fırlattığım kızlar, yine benden hoşlanıyorlar ama, onlara babalarını ya da dedelerini hatırlattığım için hoşlanıyorlarmış. Bu ihtiyarlık rezillik be!..’’
‘‘Bugününden şikáyetçiysen, seni geçmişe götüreyim.’’
‘‘Sahi yapabilir misin?’’
‘‘Hem de bir saniyede... Yalnız, üç dilek hakkın var. Hesabını ona göre yap.’’
Kafamdan alelacele bir hesap yaptım. Bundan 20 yıl kadar öncesi fena değildi. Hatta, fıstık gibiydi. Üç büyük futbol kulübünün bir santrforu kadar ünlüydüm. Cebimde üç beş kuruş param bile vardı. Hatta namlı Kembriç, Viyana, Brüksel, Hamburg, Frankfurt, Kasıl, Berlin ve Bremen üniversiteleri ve belediyeleri beni konferans vermem ve sergi açmam için çağırıp duruyorlardı. Vallahi kuyruğa bile girmişlerdi. Ama en önemlisi, asansörsüz Gırgır binasının beşinci katındaki çalışma odama merdivenleri soluklanmadan bir kerede tırmanabiliyordum ve üstüne üç paket Maltepe içebiliyordum. Üstelik, merdivenlerde bir keklik gibi sekerken saçlarım horoz ibiği gibi dalgalanıyor ve burnuma vuruyordu.
‘‘Beni 20 yıl önceye götürebilir misin?’’
Cin,
‘‘Emrin olur ağam.’’ deyip elimi tuttu.
* * *
40 kişiden fazlaydılar. Dışarıdan karikatür getirenlerle birlikte sayıları 100'ü geçiyordu. Aileleri, okulları, sevgilileri ve sorunlarıyla birlikte 1000 kişiden kalabalıktılar. İşte ben bu 1000 kişiyle yaşıyor, yatağa bile bu kalabalıkla giriyordum. Birbirinden tamamen değişik bu çocukların, birbirine benzeyen sadece üç özellikleri vardı. Çok yetenekliydiler, çok sevimliydiler ve ne anlama geldiğini hálá tam anlayamadığım tanımlamayla çok uyanıktılar. Yani, Türk gibi çalışıp Alman gibi para kazanmak istiyorlardı sanırım. Oysa, ben her iki işin de Alman gibi olması için didiniyordum. Bu nedenle her genç insanın muhalefet duygusuyla babasına, öğretmenine duyduğu öfke, hedef değiştirip bana yönelmişti. Hatta, içlerinde öfkeyi nefrete çevirmeyi becerebilenler bile vardı.
Bu arada karikatür anlayışı Ramiz hayranlığıyla sınırlı patronla olan itiş-kakış, derginin Kenan Evren tarafından kapatılmasıyla ivme kazandı. Adam para kaybetmişti. İktidar beni Selimiye kışlasında konuk edip bir süre dinlendirmek istiyordu. Oysa ben karikatür çizmek istiyordum. Bunca kaç-göç, itiş-kakış ve hay-huy içinde kendimi bir hastanenin ameliyat masasında buldum. Su koyveren kalbime anjiyo yapıyorlardı.
‘‘Ulan cin, ne cehennemdesin?’’ diye söylendim.
‘‘Buradayım. Doktorlara görünmemek için tebdil geziyorum. Görünmeyen adam kılığına girdim.’’
‘‘Beni buradan hemen götür!..’’
‘‘Geldiğimiz zamana dönmek ister misin?’’
‘‘İstemem. Yine eğilip pabuçlarını bağlayamayan, kendi horultusuna gecede 4 kere uyanan, eşyalarını koyduğu yeri hatırlayamayan, arkadaşlarının adlarını birbirine karıştıran bir herif olmayı kim ister?..’’
‘‘Yine 20 yıl öncesine mi gitmek istersin?’’
‘‘Hayır, 20 yıl yetmez. 30 olsun!.. Artık sadece kendi sorumluluğumu taşıyacağım güzel bir zamanıma gitmek istiyorum.’’
‘‘Emrin olur ağam.’’
Elimin üstünde bir sıcaklık hissettim. Ameliyathane ve doktorlar arkalarında hız çizgileri bırakarak kayıp gittiler.
* * *
Ders çalışabilmek için Darülaceze yatakhanesindeki 30 çocuğun şamatayı kesip uyumasını bekliyordum. Yarın Sacit Bey'in biyoloji yazılısı vardı. Beyoğlu Erkek Lisesi'nin biyoloji öğretmeni Sacit Bey'den ödümüz kopardı. Vurup kırdığından değil, insanla çok fena alay ederdi. (15 yaşındayken lisede olmama şaşmayın. Ben ilkokula üçüncü sınıftan başlamıştım.) Sınavdan sonra okuldan kaçıp Babıali'ye geldim. O sırada, Akbaba mizah dergisinin ressamı ve karikatürcüsüydüm de... Son Telgraf ve Gece Postası gazetelerine de küçük süsleme karikatürleri çiziyordum. Ama en çok Hafta dergisine karikatür çizmeyi seviyordum. Karikatürlerim Hafta'da renkli çıkıyordu. Üstelik karikatür başına 5 lira veriyorlardı. Fakat Akbaba'nın sahibi Yusuf Ziya Ortaç, Hafta'ya karikatür çizmemi yasaklamıştı. Madem ki Akbaba'nın yevmiyeli çizeriydim, sadece Akbaba'ya çizmeliydim. Yevmiyem iki buçuk liraydı. O yaşlarda insanın karnı hem sık, hem çok acıkıyordu. Köfte, ekmek, şıra 2 liraydı. Gerisi de yol parası...
Gidip muhasebecimiz Ahmet Bey'den avans istedim.
‘‘Ama Oğuz, tam 10 günlük yevmiyeni avans olarak çekmişsin. Ziya Bey artık avans verme dedi.’’
Ziya Bey'e gittim, telefonda konuşuyordu. Ayakta oluşundan ve ceketinin önünü ilikleyişinden Başbakan Adnan Menderes'le konuştuğunu anladım. Konuşurken yüzünde güller açmasından da, Akbaba'yı çıkarması için kendisine vaat edilen 50 bin liranın ikinci taksidini de kopardığını çaktım. İşi bıraktığımı söyleyemeden odadan çıktım.
Sonra tanesi 50 kuruşa çiklet resimleri, 3 liraya karabiber etiketleri, kimya-fizik yazılıları, parasızlıktan pastaneye bile gidemeyip hababam yollarda yürünerek yaşanan uzun yol aşkları, hayatımda ilk kez kırık getirince (hem de 7 tane) anamın çaresiz gözyaşları......
‘‘Ciin... Ulan cinciğim!..’’ diye iniledim.
‘‘Buyur ağam.’’
‘‘Beni buradan hemen götür.’’
‘‘Nereye?’’
‘‘İster Ortaçağ'a, ister dinozorlar çağına götür de nereye götürürsen götür.’’
Cin, bana acıyan bakışlarla baktı.
‘‘Gel yine yola çıktığımız yere dönelim.’’
‘‘İstemem be!.. Burnumun dibinde salkım saçak sallanan göbeğimi, yatağımın başucundaki kitabın arasından bana sırıtan diş protezimi, güç yetiremediğim için artık pataklayamadığım magandaları bir daha görmek istemiyorum!.. Beni yine 20 yıl öncesine götür.’’
‘‘Kusura bakma götüremem.’’
‘‘Hani söz vermiştin?’’
‘‘Götürürsem yok olursun, çünkü sen şu anda 15 yaşındasın.’’
‘‘O zaman indirim yaptım, 10 yıl öncesine götür.’’
Cin bana elini uzattı.
* * *
Babamdan duyduğuma, gazetelerden okuduğuma göre savaş vardı. Evimizin pencerelerindeki siyah stor perdeler, her gece indiriliyordu. Şeker, çikolata, lastik top, kalem, kuru boya, sulu boya, çamaşırlık ve gömleklik kumaş yoktu. Aslında sevdiğim hiçbir şey yoktu. Zaten benden başka mahalledeki hiçbir çocuğun ayakkabısı da yoktu. Bezden yaptığımız topla maç yaparken kırıcılık olmasın diye benim pabuçlarımı da çıkarttırırlardı.
Anacığım Tekin'i doğurmak için hastaneye gitmişti. Aylar geçmişti ama bir türlü dönmemişti. Sanırım doğumdan sonra ciddi sağlık sorunları olmuştu. Bu nedenle annemin yanında olan babam da eve gelemiyordu. Ben eski ve kocaman bir Rum konağında bir başıma kalakalmıştım. Tabii, evde bir sürü bakıcı ve yardımcı kadın, aşçı, hatta uşak dedikleri bir ağabey bile vardı. Ama ben o koskoca odalarda yalnızdım. Elektrikler savaş nedeniyle akşamın 10'unda kesilince, anamın odasına gidip elimdeki idare lambasıyla duvardaki tablolara ne halt etmeye bakıyordum bilemiyorum.
Bir gece babamın sigara ve kolonya karışımı kokusuyla uykumdan uyandım. Babam yoktu ama, yastığımın üzerinde kocaman bir çikolata vardı. Savaşın getirdiği oburlukla çikolatanın kağıdını hemen yırttım. O zamanlar çikolataların içinden Holivut artistlerinin resimleri çıkardı. Hatta Tarzan'ın resmi bile çıkardı. Ama benim çikolatamda, elle çizilmiş bir resim vardı. Karlı bir manzarada bir kulübenin önünde boynunu bükmüş bir kız çocuğu resmi... Kızın gözlerindeki hüznü, kırmızı dudaklarındaki muzip kıvrımları görünce çarpıldım. Hatta omuzuna konan kuşu bile kıskandım. Beş yaşındaydım ve çikolatadan çıkan elle çizilmiş bir resimdeki minik kıza zil zurna aşık olmuştum. Pijamamın düğmesini açıp resmi göğsüme soktum ve çikolataları yemeyi unutup uyudum.
Şimdi 5 yaşında körkütük aşık ve mutlu bir adamım. Ama korkudan altıma yapmak üzereyim.
Gidip babamın rakısının kapağını açtım ve cinimi çağırdım.
‘‘Beni getirdiğin zamana götür’’ dedim.
‘‘Ama göbek, diz, saç, diş?..’’
‘‘Başlatma şimdi saçından, dişinden!.. Ben 65'ine kadar onca rezilliği, perişanlığı, zoru, zorbalığı, acıyı bir kez daha yaşayacağım değil mi?’’
‘‘Evet yaşayacaksın.’’
‘‘Benim bunları tekrar yaşayacak takatim yok!.. Beni yine aldığın yere bırak!..’’
‘‘Sana baştan söylemiştim, sadece üç dileğini yerine getirebilirim. Hakkın doldu, hoşçakal!..’’
Cin rakı şişesinin içine girdi ve bütün yalvarmalarıma rağmen bir daha çıkmadı.
* * *
Olsun be!.. 65'ine kadar yaşamayı bir daha denerim. Niye hep kötüsünü hatırlayıp da güzel günlerimizi unutuyoruz. Onca yıl içinde kimbilir ne güzel ve mutlu anlar vardır. Denemeye değmez miydi yani?..
Göğsümden ilk sevgilimin el yapması resmini çıkarıp baktım. Sonra merdivenleri uçar gibi tırmanıp odama çıktım. Siyah kalemle kocaman bir güneş resmi çizdim. Son kalan sarı kuru boyamla da güneşin içini boyadım.
Faks: 273 01 92
Paylaş