Huysuz İhtiyar

Haberin Devamı

Sessiz dünya

Sabah servisi için gelen kapıcı Yusuf'a bir karton sigara, bir ekmek, bir de baş ağrısı için Geraljin almasını söyledim. Yusuf'u beklerken haberlere biraz kulak vereyim deyip televizyonu açtım. Kanallarda yine o tükenmez şarkıcı geyikleri vardı. Mini etekli, açık göbekli kızcağızlar, karşılarına kıldan ancak burunları görünen delikanlıları oturtup muhabbet ediyorlardı.

‘‘Sanat hayatınıza ne zaman başladınız?’’

‘‘Çok güzel bir soru, son klibimdeki şarkının sözleri de benimdir. Albümüm de yakında piyasaya çıkıyor.’’

‘‘Yaa, demek ki müziğe annenizin teşvikiyle başladınız.’’

Nihayet bir haber programı yakaladım. Bir bakana, gazeteci soruyordu;

‘‘Sayın bakan, karakollardaki işkence aletlerinin alımı için devlet ihale açıyor mu? Yoksa parası polislerin cebinden mi çıkıyor?’’

‘‘Biz mart enflasyonunu düşürmek için kamu giderlerini kısıyoruz. Ama petrol fiyatlarındaki artış nedeniyle enflasyon oranları beklentimizin biraz üstünde olabilir.’’

‘‘Milletvekili kıyak emekliliği veya bir tek kişi için Anayasa değişikliği yapmak, Anayasa'nın ruhuna aykırı değil mi?’’

‘‘Hükümetimiz Rusya'nın Çeçenistan'daki eylemleri için Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'na başvuru kararı almak üzere yakında toplanacaktır.’’

Bakan-gazeteci konuşmasının burasında kapıcı Yusuf geldi. Ekmek ve rakı almıştı.

‘‘Kereviz bulamadım ağabey’’ dedi.

‘‘Ben sana kereviz değil, baş ağrısı ilacı Geraljin ısmarlamıştım. Gee-raal-jin!.. Bir karton da sigara...’’

Yusuf, ‘‘Tamam ağabey’’ deyip gitti.

Telefonla Müjdat Gezen'i aradım. Huysuz İhtiyar oyununun dünkü provası sırasında Müşfik Kenter, Timuçin Caymaz'ın Yalova depreminde göçük altında kalıp vefat ettiğini söylemişti. Benim haberim yoktu ve canım çok yanmıştı. Timuçin, eski kuşağın has oyuncularındandı. Rahmetli Mürvet Sim'in eşiydi. Yıllarca aynı sahneleri ve aynı sofraları paylaşmıştık. Onu çok sevdiğini bildiğimden Müjdat'ı acımı paylaşması için aramıştım.

‘‘Timuçin'i duydun mu?’’

‘‘Öğrendin değil mi?’’

‘‘Evet, yeni öğrendim, depremde vefat etmiş.’’

‘‘Madem öğrendin de, bana niye geçmiş olsuna gelmedin?’’

‘‘Sana niye geçmiş olsuna geleyim?’’

‘‘Hastanede kanserden tam 3 gün yattığımı öğrenmişsin ya!..’’

‘‘Ben Timuçin'i öğrenmiştim.’’

‘‘Allah'tan biyopsi temiz çıktı.’’

‘‘Neyin biyopsisi?’’

‘‘Burnumdaki et beninin.’’

‘‘Geçmiş olsun... Zaten burun kanseri diye bir kanser çeşidi hiç duymamıştım.’’

‘‘Burnu kurtardık ama, gırtlak ne olacak? Bak Can Yücel de gırtlak kanserinden gitti!..’’

‘‘Gırtlağında ne var ki? Sesin bülbüller gibi cıvıl cıvıl geliyor.’’

‘‘Dün akşamdan beri boğazımda bir batma var.’’

‘‘Dik yakalı kazak giymişsindir. Artık bu hastalık deliliğinden vazgeç!..’’

‘‘Yahu Oğuz Hoca, sana kötü bir haber vereceğim...’’

‘‘Hayrola?’’

‘‘Bizim Timuçin ağabey Yalova depreminde vefat etmiş.’’

‘‘Çok üzüldüm, Allah rahmet eylesin.’’ deyip telefonu kapattım.

Kapıcı Yusuf geldi. İki kilo domatesle yarım kilo kıyma almıştı. Başka bir isteğim olup olmadığını sordu, ben de elindekileri alıp teşekkür ederek kapıyı kapadım.

*

Nereye gideceğimi soran şoföre,

‘‘İkitelli'ye, Hürriyet Gazetesi'ne’’ dedim.

Yıldız Yokuşu'na varınca, nereye gittiğimizi sordum:

‘‘Sen Beşiktaş dememiş miydin ağabey?’’

‘‘Hayır, ben Beşiktaş dememiştim.’’

‘‘Ya ne demiştin?’’

‘‘Ben İkitelli demiştim.’’

Tam o sırada şoförün cep telefonu çaldı. Adam da telefonu alıp direksiyonda uzun bir muhabbete durdu. Ben,

‘‘Dönelim yahu, yanlış yere gidiyorsun!..’’ diye çırpındıkça şoför,

‘‘Bir dakika ağabey!..’’ deyip telefon konuşmasına devam ediyordu. Yalnız garip bir sohbetti bu... Telefonun kulaklığından sürekli konuşma sesi geliyordu. Bizim şoför de hiç susmuyordu. Yani, iki kişi aynı anda noktasız-virgülsüz konuşuyorlardı. Muhabbetleri bitene kadar Beşiktaş'a gelmiştik. Şoför bana döndü:

‘‘Sen nereye gidecektin ağabey?’’ diye sordu. Ben de, ‘‘Buraya gidecektim!..’’ dedim ve adamın parasını verip indim.

*

Beşiktaş'a kadar gelmişken canım denize nazır bir çay içmek istedi. İskele yanındaki kahveye girip oturdum. Bitişik masadaki delikanlı beni tanımışmış. İzin isteyip masama geldi.

‘‘Siz yılların gazetecisisiniz, her şeyi bizden daha iyi bilirsiniz... Size birkaç soru sorabilir miyim Oğuz Ağabey?’’ dedi.

‘‘Buyrun.’’

‘‘Sizce bu Fenerbahçe'nin hali ne olacak? Yeni yönetim kurulu gelecek yıl takımı şampiyon yapabilecek mi?’’

‘‘Ben spordan anlarım ama, futboldan pek anlamam. Türkiye'deki futboldan hiç mi hiç anlamam!.. Sporun Padişahı diye birkaç futbol yazısı yazdım, az kaldı linç ediliyordum!..’’

‘‘Çok haklısınız ağabey, ben de sizin takımı yenileme fikrinize katılıyorum. Olare, Moşe, Conson gibi tükenmiş araplardan kurtulup, 4-5 tane Alman veya Danimarkalı harbi forvet oyuncusu almalılar. Antrenör konusunda ne diyorsunuz?’’

‘‘Bence Mustafa Denizli'yi takımın başına getirip 2-3 yıl sabretmeliler. Yabancı bir teknik adam, futbolcuları tanıyana, evinin yolunu öğrenene kadar bir sezon geçiyor. Ondan sonra da zaten adamı kovuyorlar.’’

‘‘Vallahi çok güzel söyledin ağabey, ben de seninle aynı fikirdeyim. İtalyan Trapattoni Fener için biçilmiş kaftan... Adamın namı dünyayı sarmış, Fener'e öylesi yakışır!..’’

‘‘O İtalyan'ı almak dangalaklıktır!..’’

‘‘Yaşa be ağabeyciğim, Trapattoni gelince Avrupa'da final oynar mıyız dersin?’’

‘‘Kumda oynarsınız!..’’ dedim ve çayımı yarım bırakıp masadan kalktım. Delikanlı benim oturduğum sandalyeye bakıp hálá bir şeyler anlatıyordu.

*

Gazeteye gelince zor bela sayın Yazı İşleri Müdürüm Fikret Ercan'ı tuvalet kapısında kıstırdım:

‘‘Seninle yıllık iznim konusunda görüşmek istiyorum...’’

‘‘Aman ağabey, seni gazetede görmek ne mutluluk... İkinci sayfadaki karikatürlerine ne zaman başlıyorsun?’’

‘‘Ben, tam 2 yıldır izin yapmıyorum... 44 numara bir ayak tarafından giyilmiş 39 numara eskimiş bir terliğe döndüm!.. İzin istiyorum!..’’

‘‘İyi ki seni gördüm, Spor Servisi'nin Müdürü Nezih Alkış da Sporun Padişahı yazıların için hangi çarşamba yer ayrılacak diye soruyordu.’’

Fikret benimle konuşuyordu ama, gözleri benim arkamda bir yere bakıyordu. Ben de baktığı yere döndüm. Kimsecikler yoktu.

*

Reha, Oya, Kanat, Sanlı, İhsan ve Vahap'la gazetenin barında oturmuş hasret gideriyorduk. Ben her zamanki yıllanmış bilgiçliğimle,

‘‘Sizlere Türkiye'nin önemli bir gerçeğinden söz etmek istiyorum arkadaşlar. Ülkemizde artık kimse kimseyi dinlemiyor. Bütün konuşmalar sanki sağırlar arası bir diyalog gibi... Herkes herkese kulağını tıkamış, sadece kendi derdini anlatıyor’’ dedim. Reha'nın ağzı açılıp kapandı. Ama ben hiçbir ses duymadım. Reha sessizce ağzını açıp kapıyordu. Sonra, elleri ve kollarıyla birtakım işaretler yaptı. Ben,

‘‘Herkes kendisiyle dolu, başkasının sorunlarına kulağında yer kalmamış...’’ derken Reha, eliyle pantolonumu işaret etti. Sigaramdan düşen ateşle yanmaya başlamıştım. Ben de, nazik yerimdeki bu sıcaklık nereden geliyor diye düşünmekteydim. Reha'ya çok kötü bakıp,

‘‘Ayıp ayıp!.. İnsan arkadaşının yanmakta olduğunu söylemez mi!..’’ deyip bir bardak suyu kucağıma döktüm. Sonra da hepimiz birbirimize doğru ağzımızı açıp kapamaya başladık.

Faks: 273 01 92

Yazarın Tüm Yazıları