Huysuz İhtiyar

Haberin Devamı

Nasıl zengin oldum?

Hayatımda ilk kazandığım para, Fenerbahçe Kulübü sayesinde oldu. İlkokul 4'üncü sınıftaydım ve sekiz yaşındaydım. (Beni sınava sokup okula üçüncü sınıftan başlatmışlardı.) O yıllarda tabii televizyon yoktu ve gazetelerde şimdiki gibi bol renkli maç fotoğrafları yayınlanmazdı. Klişe tekniğiyle 40 yılda bir basılan kapkaranlık siyah-beyaz maç resimlerinden kimin kim olduğu bir yana, hangi takımdan olduğu bile anlaşılmazdı. Sınıfta hali vakti iyice, hasta Fenerli bir arkadaşımız vardı. Kaleci Cihat'ın kurtarışlarını, santrfor Suphi'nin veya Melih'in attığı golleri gazete yazılarından okuyup tatmin olmazdı. İlle de gözleriyle görmek isterdi. Sınıfta kendini Cihat gibi yerden yere atar, ya da Suphi gibi kollarını açarak havaya zıplar, hayali toplara kafa vurup Galatasaray kalesine goller atardı. Bana da bu hareketlerin renkli resimlerini çizdirirdi. Cihat'ın kurtardığı gollerin resmi 3 kuruş, Suphi, Melih veya Küçük Fikret'in attığı gollerin resmi 4 kuruştu. O yıl, Fener'i şampiyon yapmama rağmen resimlerime zam yapmayınca arkadaşıma fena bozulup Galatasaray santrforu Reha'yı kaleci Cihat'a bacak arasından gol atarken çizdimdi. Sonra da o resmi sınıftaki hasta Galatasaraylı bir başka arkadaşıma satmıştım. Hem de inadına 1 kuruşa!..

*

Ticaret hayatına atılışım 9 yaşındayken fırıldak imalatçılığıyla olduydu. Bakkaldan bir yüzü parlak elişi káğıdı ve uçurtma çıtası aldım. Káğıtları fırıldak biçiminde kesip ve katlayıp annemin dikiş kutusundan yürüttüğüm toplu iğnelerle çıtalarla tutturdum. Fırıldaklarımı mahallede satarken babama yakalandım. Ana tarafım ağa sülalesi, baba tarafım da bürokrat bey sülalesinden geldiği için ailede ticarete biraz küçümseyerek bakılırdı. Girdiği davadan yeni çıkmış olan babam, bıyık altından gülerek,

‘‘Bu fırıldakları kaça satıyorsun?’’ diye sordu.

‘‘1 kuruşa.’’

‘‘Kaç fırıldak yaptın?’’

Hemen sepete sapladığım fırıldakları saydım ve gönenerek:

‘‘Tam 13 tane.’’ dedim.

‘‘Çıta ve káğıtlara kaç para verdin?’’

‘‘Bakkal Adem'den 15 kuruşa aldım.’’

Babam ceplerini bir hayli karıştırıp, bozuk paralarının arasından iki tane tırtıklı 40 para (yani 2 kuruş) çıkarıp bana verdi.

‘‘Pazar ola, inşallah hepsini satarsın!..’’ dedi.

*

Zenaatkárlıktan ilk para kazanışım ise ben 10 yaşındayken babam öldükten sonra başladı. Anneanneciğim, tatil aylarında avare dolaşıp sokak çocuklarına uymayayım diye beni terzi yanına çırak verdi. Haftalığım 2.5 liraydı. Öğle yemeklerinin haftalık tutarı 2.5 lirayı geçeceği için Üsküdar çarşısında beni ucuz doyuracak tanıdık bir de tatlıcı buldu. Bütün bir yaz tatili boyunca her öğlen kadayıf, sarığı burma, baklava yemekten gönlüm baydı, içim dışıma çıktı. Akşam eve gelince ekmek üstüne dolu dolu karabiber ekip yiyordum. Hele hele, dedemin saksıda meze olarak özel yetiştirdiği minik Arnavut biberlerini kulaklarımdan alev çıkana kadar atıştırıyordum.

Terzi çıraklığını da kolay iş sanmayın haa... Sağ elimin orta parmağına tepesi açık bir yüksük geçirdikten sonra parmağımı kıvırıp bağladılar. Parmağım alışsın diye günlerce öyle dolaştım. Erkek terzileri, dikiş dikerken iğneyi kadınlar gibi yüksüğün tepesiyle değil, tırnağın üstüyle iteklerler. Yıllardır denemedim ama, hálá hristo teyeli (kaz ayağı yani), rabatma dikip ilik açabilirim sanıyorum.

Dikiş neyse ama, ütüyle aram çok bozuktu. Sabahın köründe gelip ilk iş olarak ütüyü yakardım. O zamanın ütüleri, içinde mangal kadar kömür ateşi yanan dökme demirden yapılmış, en az 6-7 kiloluk savaş gemisi gibi şeylerdi. Yaz sıcağında kamburun üstüne yaydığım telayı yeşil sabun sürüp ütüyle kanter içinde sertleştirmek bir günümü alırdı. O zamanki modaya göre erkek ceketlerinin göğüsleri şövalye zırhı gibi sert olmalıydı. (Modanız batsın e mi!.. Az kala ütü başında can vereyazdım.)

Bir arife günü de bir müşterinin bayramlık takımının pantolonunu ütülerken, ütünün kıçından bir ateş parçasıyla yakmıştım. Halim selim ve şakacı bir adam olan ustamı hiç öyle bana deli deli bakan gözlerle ve burnundan fort fort sesler çıkarırken görmemiştim. Pantolonu örücüye koşturup müşteriye zor yetiştirmiştik. Rahmetli Ahmet Ustam, yine de haftalığımdan örücü parasını kesmemişti.

*

Hizmet sektöründe para kazanmam ise meyve ve sebze halinde bardağı 1 kuruşa su satmamla başlar. Tam büyüme çağında 15 kiloluk su tenekesini bir yaz boyunca taşıdığım için sağ kolum sol kolumdan halen 2 santim uzundur.

Aslında hizmet sektörüne girişimin başlangıcı, 11 yaşındayken Üsküdar Alptekin Pastanesi'ndeki garsonluğumladır. Kırdığım bardak ve tabak tutarı haftalığımı geçtiği için hiç para alamamıştım. Sadece atıştırdığım pastalar yanıma kár kalmıştı.

Hayatımın en büyük aşk trajedisini de hizmet sektöründe yaşadım. 13 yaşlarında falandım ve o yaz Salacak Plajı'nda kabinecilik yapıyordum. Eskiden İstanbul sahillerinin dört bir yanı plajdı. Kabinecinin görevi sabah gelip kabineleri süpürmek ve plajın kumunu temizleyip taramaktı. Ama bu işler için bize para vermezlerdi. Kabineci parayı müşterinin bahşişinden kazanırdı. Ona kabinesini açar, anahtarını teslim eder, giderken mayosunu yıkar ve ayaklarındaki kumları temizlemesi için kabinesine denizden koca bir lenger ayak suyu getirirdi. Bahşişlerin yarısını da patrona vermek zorundaydık.

Bir gün sevgilim ailesiyle plaja geldi. Sevgilim dediğime bakmayın, aramızda bir tek kelime bile konuşmamıştık. Bu aşk, uzaktan bakışma aşkıydı. Aynı sokakta oturuyorduk. (Şimdikiler buna kesişme diyorlar... Böğğğk!..)

Sevgilime ve ailesine ayak sularını götürünce kızın babası çıkarıp bana gümüş bir 50 kuruş bahşiş vermişti. ‘‘Allah'ım!..’’ demiştim içimden... ‘‘Koca bir dalga gelse de beni alıp okyanuslara götürse... Bir daha buralara dönmesem de onunla göz göze gelmesem!..’’

50 kuruşa koca bir aşk yitirmiştim.

*

Edebiyattan ilk paramı Darülaceze'de kazandım. O sıralar ortaokul sondaydım ve tifodan Darülaceze hastanesinde yatıyordum. Darülaceze'deki bazı yaşlılar ve hastalar 10 kuruşa ailelerine mektup yazdırırlardı. Genellikle çoluk çocukları ve yakınları ziyaretlerine gelmezlerdi. Onlar da hafta sonu Darülaceze'nin büyük kapısına gözlerini dikip kıpırtısız beklerlerdi. Hafta başlarında da bana mektup yazdırmaya başlarlardı. Ben, bire bin katıp en acıklı ve hicranlı mektupları yazardım. Mektubu sahibine okurken, kendisi bile kendi haline acıyıp ağlardı. Mektupçuluk namım epey yürümüştü. Çünkü, bana mektup yazdıranlardan birkaçının ailesi ziyarete gelmişti.

İyileşip tekrar okula başlayınca ziyaretçisi hiç gelmeyen bir iki kişiye ailesinin ağzından mektup yazıp postaladığımı hayal meyal anımsıyorum. Zaten, mektup yaza yaza herkesin ailesiyle akraba gibi olmuştum.

Ama dördüncü koğuşta yatan Laz Saffet Baba'yı hiç unutmuyorum. Kan davalısına tehdit mektupları yazdırırdı. Ben yazarken de gelip onu nasıl bıçaklayacağını, gırtlağını nasıl kıtır kıtır keseceğini, elleri ve kollarıyla tarif ederdi. Mektup çok korkunçlu olursa 5 kuruş bahşiş bile verirdi.

Saffet Baba, yatalak ve çok yaşlı bir hastaydı. Çişe bile kalkamadığı için altına ördek sürerlerdi.

*

14 yaşında Hafta dergisinin yöneticilerinden rahmetli Rakım Çalapala hocanın önünde dizlerim titreyerek karikatürüme bakmasını bekliyordum. Rakım hoca, bir bana bir karikatüre baktı sonra da bir tahsilat fişine 5 lira yazıp ilk karikatürümü aldı.

Vezne, 5 liranın 75 kuruşunu götürü vergi olarak kesti.

İşte o gün bugündür o 5 lirayla geçiniyorum çok şükür!

Yazarın Tüm Yazıları