Huysuz İhtiyar

Haberin Devamı

Meraklısına müjde: Dün Mustafa geldi

Sabah ezanı benim yatak odasının içinde okunur. Daha doğrusu bana öyle gelir. Çünkü camii ile benim apartman dairesi yüzyüzedir ve aynı hizadadır. Bazen müslüman bazen gávur olarak uyanırım. Müezzinlerden güzel bariton seslisi, ezan okuduğu zaman ve hele hele sála verdiğinde içimi bir huzur kaplar, alçak sesle ezana eşlik ettiğim bile olur. Ama bir de müzikten, kulak terbiyesinden nasibini almamış, cırlamuk sesli bir müezzin daha var. Onun sesiyle uyanmak en koyu müslümanı bile dinden çıkarır.

Derdim ezanla değil, sonuna dek açılmış bebeği, hastayı yürek çarpıntısıyla yerinden zıplatan hoparlörlerle!.. Eskisini yeterince güçlü bulmamışlar ki dün bizim minareye yeni hoparlörler koydular. Nereden mi biliyorum? Çünkü dün akşam üstü

‘‘Allahüekbeer!.. Deneme deneme... Allahüekbeer!.. Deneme deneme’’ diye hoparlör sesiyle Mecidiyeköy çınladı. Müezzin deneme yayını yapıyordu. Tabii ses ayarı yapılırken hoparlör de arada bir ötüp duruyordu.

‘‘Allahüekbeer... Deneciyuutneme!.. Biraz kıs be!.. Allahüekbeer!..’’ gibisinden de sesler işittik. Ezanın içinde düdükle karışık deneme sözcüklerini duyunca insanın sinirleri bozuluyor.

‘‘Tövbe Yarabbim, tövbe estağfurullah!..’’ diyorsunuz ama karnınızı tutarak kahkahalar atmaktan da kendinizi alamıyorsunuz. (Bana inanmayan varsa çevre apartman sakinlerine ve bizim sokaktaki dükkáncılara sorabilir.)

*

Aslında söze sabah ezanı okunurken kapı çalındı diye başlayacaktım. Ama moruk milleti geveze oluyor anlaşılan. Sözü kapıya zar zor getirebildim.

Evet, sabah ezanı okunurken kapı çalındı. Kapıyı açınca Mustafa beni itekleyip içeri girdi. Elindeki çantadan pijamalarını çıkarıp giyindi. Sonra da gidip benim yatağıma yattı. Kapının önünde aval aval dikilip Mustafa'yı seyretmekten vazgeçmeyi zar zor akıl ettim.

‘‘Senin burada ne işin var?’’

‘‘Şimdi uykum vav, kalkınca konuşuvuz.’’ deyip kıçını döndü ve uyudu.

‘‘Şişt Mustafa, annenle babanın buraya geldiğinden haberi var mı? Uyan be, sana söylüyorum!..’’

Kılını kıpırdatmadığı gibi üstüne bir de horlama tutturdu. Salona geçip Silivri'ye Mustafa'nın evine telefon ettim. Kimse cevap vermedi. Herifin uyanmasını beklemekten başka çarem yoktu. Sabahın köründe bir kovboy filmi seyretmek zorunda kaldım.

*

Mustafa uyandığında ben hálá Erol Usta'yı bulmaya çalışıyordum.

‘‘Boşuna avama, bizim evin telefonu kesik.’’

‘‘Silivri hattında yine arıza mı var?’’

‘‘Vav ya, ben telefonun tellevini kesince avıza oldu.’’

‘‘Baban bana geldiğini biliyor mu?’’

‘‘Bilmiyov, çünküm ben evden kaçtım.’’

‘‘Evdekiler meraktan çıldırmışlardır.’’

‘‘Ne çıldıvması be, sevinçten göbek bilem atmışlavdıv.’’

‘‘Niye kaçtın?’’

‘‘Beni yine okula göndevdilev.’’

‘‘Tabii gönderecekler.’’

‘‘Geçen yıl gittik ya... Hev sene okul mu oluv be!.. Hem, öğvetmen de kulağımı çekip duvuyov!..’’

‘‘Niye?’’

‘‘Ona şişman kavı dedim de ondan.’’

‘‘Çok ayıp!..’’

‘‘Ne yani fil kavı, balina kavı deseydim daha mı iyiydi? Devste bile gizli gizli çukulata yiyov.’’

‘‘Bundan sana ne?’’

‘‘Bana ne oluv mu, hep kendi yiyov, bana hiç vevmiyov.’’

Mustafa'yı elinden tutup bizim taksi durağına götürdüm. Tanıdık bir şoföre teslim edip Silivri otobüslerinin kalktığı bir durağa götürmesini ve bir otobüse bindirmesini rica ettim. Eve döndükten 20 dakika sonra kapı çalındı. Şık bir garson elinde koca bir tepsiyle geldi. Göğüs cebinde bizim apartmanın bitişiğindeki lüks kebapçının arması vardı.

‘‘Ismarladığınız birbuçuk karışık iskender, iki lahmacun, iki içli köfte, iki porsiyon künefe ve bir büyük kolayı getirdim.’’

‘‘Ben böyle bir şey ısmarlamadım.’’

‘‘Torununuzu gönderip ısmarlamıştınız ya...’’

Ben, daha ‘‘Ne torunu... Kiim?..’’ dememe kalmadan asansör bizim katta durdu ve içinden Mustafa çıktı. Garsona,

‘‘Getiv şu tabaklavı mutfaktaki masaya koy!’’ diye sert bir sesle emir verdi.

‘‘Lan sen Silivri'ye gitmedin mi?’’

Mustafa,

‘‘Biv küçük masum çocuk aç açına uzak yola göndeviliv mi adi vesimci!..’’ deyip tabaklara girişti.

Ellerim titreyerek kendime bol kepçe bir rakı doldurdum ve bir dikişte bardağı yarıladım. Yarım saat sonra da Mustafa'yı karşıdaki Florans Naytingeyl hastanesine götürmek zorunda kaldım. İskender, lahmacun ve içli köftelerden sonra künefenin kalan şerbetini koca bir ekmek parçasıyla tabaktan sıyırmaya çalışırken suratı morardı ve gözleri yerinden uğradı. Karnını tutup,

‘‘İmdaat!.. Bu adi vesimci beni zehivledi!..’’ diye çığlıklar atmaya başladı. Midesi yıkanırken Mustafa'ya yanaşıp kulağına,

‘‘Kaymaklı ekmek kadayıfı da ister misin? Bizim kebapçıda harika yapıyorlar’’ diye keyifle mırıldandım. O da,

‘‘Hassittii....’’ gibisinden bir şeyler hırıldadı ama ağzında midesine kadar bir soru olduğu için fazla konuşamadı.

*

Mustafa geceyarısı kendine gelmişti. Boşalan midesinin kazıntısını geçirebilmek için mutfakta ılık sütlü paparasını yiyordu. Ben de,

‘‘Senin yüzünden ay sonunu getiremeyeceğim. Taksi, kebapçı, hastane masrafları 30 milyonu geçti piç kurusu!’’ diye söyleniyordum. Mustafa da,

‘‘Tamam be, senin üç kuvuşuna kalmadık cimvi herif!.. Pavanı ödeviz!..’’ dedi ve ödedi de.

Ben salona gidince mutfak kapısını içeriden kilitledi. Ben içkimi yenilemek için mutfağa girmeye kalkınca da bütün yalvarmalarıma rağmen kapıyı açmadı.

‘‘Açsana lan içki alacağım!..’’

‘‘İçki pavayla!..’’

O saatte açık bir yer bulamayacağım için rakının bardağına 5 milyon ödemek zorunda kaldım. Ben Mustafa'nın talimatı üzerine parayı kapının altından içeri sürüyordum. O da beni uzaklaştırıp bardağı kapının önüne koyuyor ve kapıyı hemen kilitliyordu. Altıncı kadehten sonra mutfaktan çıkıp,

‘‘Al be masvafını, pavanın üstü sende kalsın!..’’ deyip borcunu ödedi. O sırada da kapı çaldı. Mustafa'yı emanet ettiğim taksi şoförü mor bir göz ve yırtık bir gömlekle gelmişti.

‘‘Abiciğim senin velet ilk kırmızı ışıkta durunca arabanın kapısını açıp atladı. Ben de peşine takılınca, 'İmdaat, sapık var!..' diye bağırmaya başladı. Etraftan yetişenler beni dövüp karakola götürdüler. Allah'tan beni tanıyan bir komiser çıktı da kurtuldum. Ama arabayı yol ortasında bıraktığım için hem ceza yedim hem çekici parası verdim.’’

‘‘Şışşt!.. Ses etme gidiyoruz’’ deyip ceketimi aldım.

‘‘Nereye abiciğim?’’

‘‘Berlin'e veya Londra'ya çek... Tokyo da olabilir!..’’

Yazarın Tüm Yazıları