Huysuz İhtiyar

Haberin Devamı

Vah biz ünlü milleti...

Ah aah... Ünlü biri olmak nasıl bir beladır bilemezsiniz... Yıllar önce New York'un kalabalık caddelerinden birinde herifin biri ayağıma bastı. Ben de,

‘‘Hööst... Yürümeyi öğren, buradan başka New York yok...’’

dedim. Adamcağız, bin kere özür diledi. Kulaklarına kadar geçirdiği kukuletasına ve kara gözlüklerine rağmen herifi tanıdım. Sokakta yürümeyi bilmeyen adam bol Oscar'lı Robert de Niro'ydu. De Niro, kendisini tanıdığımı anlayınca telaşa kapılıp ürkek ürkek çevredeki kalabalığa bakmaya başladı.

‘‘Ne olur, benim kim olduğumu etrafıma belli etme!...’’

diye yalvardı. Ben de aynı korkuyla çevreme bakındım ve

‘‘Aman, sen de benim kim olduğumu New York halkına belli etme!...’’

dedim. Ve hızla uzaklaştım. De Niro arkamdan benim kim olduğumu bir hayli düşünmüştür sanırım.

Ünlü olmak gerçek bir angarya... İnsan, sade bir vatandaş gibi meyhanede rahat rahat iki tek atamıyor, türkü söyleyemiyor, ağız tadıyla bir küfür bile edemiyor. Adamı ciddi, alımlı - çalımlı ve ününe yakışır bir görünme telaşı basıyor. Bahşiş verirken garson veya değnekçi seni tanımasın diye dualar ediyorsun. Tanıdı mı bittin. Üç para ile kurtulacağın yerde on üç para bastırmak zorundasın. Yoksa, ünün üç paralık olur. Geçen yıl manevi kızım Profesör Semiha Arayıcı'nın doğum gününü kutlamış ve birkaç kadeh içmiş olarak arabamla evime dönüyordum. Evlerimizin arasında bir kilometre ara var yok. Ama alkol kontrolü yapan bir trafik ekibi beni çeviriverdi. Düdük gibi bir alet üflettiler. Alete bakan polis, küçümser bir ifadeyle,

‘‘Sizler böyle yaparsanız vatandaş ne yapmaz!... Sizler, vatandaşa örnek olacağınıza...’’

diye bir konferansa başladı.

‘‘Aman memur bey ben vurmadım, çalmadım, kimsenin eşinin, kızının namusuna göz etmedim. Bu üflettiğin düdüğün normal derecesi 50... Benimki zaten 55 çıktı. Evet, bu bir suç... Cezası ne ise takdim edeyim.’’

Ama trafik polisi, kendince ünlü birini eline geçirmişti. Öyle birkaç milyon ceza ile kurtulmasına razı değildi. Çünkü, bütün ünlüler kamyonla para kazanıyor, gerisini taşımak için de treyler tutuyorlardı. Ünlerine güvenip istedikleri suçu işliyorlar, sonra yukarıdan gelen bir telefonla serbest kalıveriyorlardı.

‘‘Sizler her şeyi yapabileceğinizi sanıyorsunuz!... Tabii haklısınız. Arkanızda kimbilir kimler vardır...’’

‘‘Ee, uzattın ama!... Sen beni kim sanıyorsun?’’

‘‘Sen, gazeteci Oğuz Aral değil misin?’’

‘‘Değilim, ben Mehmet Çizmeli adında sade bir vatandaşım...’’

Polis, elindeki ehliyetime bakıp kül yutmayan adamların müstehzi ifadesi ile gülümsedi.

‘‘Sen Mehmet Çizmeli'yim diyorsun ama ehliyette Oğuz Aral yazıyor.’’

Ehliyeti elinden alıp marşa bastım.

‘‘Sen ne biçim trafik polisisin, hálá anlayamadın mı?... Bu ehliyet sahte!....’’

deyip gazladım. Polis, herhalde ünlü birine bulaşmamak için gitmeme göz yumdu ve arkadaki arabaya doğru yürüdü.

*

Eskiden yazarın çizerin adı bilinir ama yüzü tanınmazdı. Yükselen değerler modası icat edileli beri her bir gazetecinin yazıp çizdiği gazete köşesinin tepesinde nal kadar fotoğrafı çıkıyor. (Allah'tan, gazeteci takımı şimdiki suratına razı olmadığı için 20 yıl önce çektirdiği fotoğrafı veriyor da sokakta pek tanınmıyor. Ünlü sayısındaki patlama da böylece makul ölçülerde kalıyor.) Ama ünlü olmanın en kestirme ve en etkili yolu televizyondan geçiyor. Bence Türk halkı, televizyona çıkanlarla çıkmayanlar olarak iki bölüme ayrılıyor. İster klip yap, ister televizyonda bir geyik muhabbetinde laf ufala, ister,

‘‘Sevgilimi buraya çağırmazsanız atlarım haa!...’’

diye Boğaz Köprüsü'nün parmaklıklarına çık. Artık, halkım efendim seni ünlü mertebesine koymuştur. Sen istediğin kadar,

‘‘Vallaa, ben masumum!... Ünlenecek bir şey yapmadım!...’’

diye yırtın, geçmiş ola...

*

TRT'de on iki bölüm çekilen Mizah Yolcuları adlı bir belgeselin sunuculuğu hiçbir suçum olmadığı halde üstümde kalmıştı. Belgesel yayınlandıktan sonra bir Boğaz kahvesinde çayımı yudumlarken genç bir çift yanıma geldi.

‘‘Sizinle bir fotoğraf çektirebilir miyiz?’’

diye kibarca sordular. Herhalde eski Boğaz manzarası gibi bir görüntüm var, gençler beni fon olarak kullanacaklar diye düşündüm.

‘‘Buyrun çekin’’

dedim. Önce benimle tek tek fotoğraf çektirdiler sonra, ikisi yanıma geldi ve otomatik makinenin deklanjörüne basmak için garsonu çağırdılar. Kız,

‘‘Sizi televizyonda gördük çok güzel bağlama çalıyorsunuz’’

dedi.

‘‘Ben müzikçi değilim.’’

‘‘Ah affedersiniz karıştırdım. Siz, Yüzleşme dizisinde oynuyorsunuz.’’

‘‘Ben oyuncu da değilim. Ben...’’

Lafımı tamamlamadan oğlan atıldı.

‘‘Durun, siz söylemeyin ben bulacağım. Siz, Savaş Ay'ın programında çıktınız.’’

‘‘Hayır!..’’

‘‘O zaman Zilyoner'de...’’

‘‘Hayır, ben karikatürcüyüm.’’

‘‘Hah bildim, adınız Turhan Selçuk.’’

‘‘Hayır, Oğuz Aral.’’

‘‘Olsuun... Televizyona çıktınız ya!... Ben sizi bir otomobilli koltukta gördüğümü çok iyi hatırlıyorum. Garson bizim resmimizi bir daha çeek!...’’

*

Geçen akşam eve dönerken, iki kadeh atayım da yorgunluk gidereyim diye yolumun üzerinde bir meyhaneye girdim. Arka masadaki iki kişi hemen bana bakıp konuşmaya başladılar.

‘‘O olamaz!... Zaten tam benzemiyor.’’

‘‘Vallahi o be!... Bak hareketleri de aynı.’’

‘‘Onun bıyıkları daha beyazdı... Hem, kafası da daha keldi.’’

‘‘Televizyon adamı öyle gösterir oğlum.’’

Arkamdaki tartışmacılar sonunda kim olduğumu bana sormaya karar verdiler. Biri kalkıp yanıma geldi, ben de her ünlü gibi en alçakgönüllü ve sevimli suratımı takınıp adamı buyur ettim.

‘‘Abi be, sen ölmemiş miydin?’’

Hoppalaa!.... Tut lafı kuyruğundan vur duvara.

‘‘Tabii, ölmüştüm aslanım. Bende diri bir hal mi var yoksa?... Öbür tarafta çarşamba akşamları meyhane izni veriyorlar. Bu yüzden buradayım.’’

‘‘Yeşşee be abim!... Hergeleliğinden tanıdım seni. Sen osun işte!...’’

‘‘Ben kimim işte?’’

‘‘Öztürk Serengil'sin, seni öldün diye duyduktu... Remzii, kelaj abime benden bir meyve yaap!...’’

Yalnız ünlü olmak değil bir ünlüye benzemenin bile avantası var bu ülkede.

*

Öztürk Serengil'e benzetilmek başıma ilk kez gelmiyordu. Aslında pek benzemeyiz ama gözlüklü, bıyıklı, sıska ve uzun olan herkes birbirine benzetiliyor demek ki...

Bu benzerliği hayatımda bir kere kullandığımı burada itiraf ediyorum.

1963 yılı filandı. Benim yönettiğim ve üniversiteli gençlerden kurulu Amatör Sözsüz Oyun Tiyatrosuyla Adana'ya gitmiştik. O zamanki İşçi Partisi adına Erciyes Sineması'nda gösteri yapacaktık. Polis müdürü, bizim hiç konuşmadan sırf hareketle bile olsa mutlaka bir solculuk yapacağımıza karar vermiş olacak ki gidip sinemacıyı korkutmuş,

‘‘Bu heriflere tiyatro oynatırsan sinemayı başına geçiririz!...’’

demiş. Taa, İstanbul'lardan kalkıp oynamak için onca yolu tepmiştik. Gerimize baka baka zoruma gitti.

‘‘Sinemayı vermezlerse sokakta oynarız!...’’

diye tutturdum. Adana'nın en fakir semtlerinden ‘‘Yukarı Mahalle’’de oynamayı kararlaştırdık. İlan için mahalleye davul saldık. Ama mahalleye vardığımızda ortalıkta birkaç uyuz sokak köpeği dolanıyordu. Herkes evlerine kaçışmıştı. Arada bir pencerelerde birer kafa peydahlanıyor, korku dolu gözlerle bizlere bakıp sonra hızla kayboluyordu. Megafonlu bir polis cipi bizden önce gelip sokak sokak dolaşmış, oyunu seyretmek için kim evinden çıkarsa gece sabaha kadar karakola buyur edileceğini duyurmuş.

Meydanın ortasında dekorumuz ve panomuzlu sap gibi kalakaldık. O sırada, aklıma Adanalı Tayfur geldi. O yıllarda, Öztürk Serengil'in filmlerde oynadığı Anadalı Tayfur tipi ortalığı kırıp geçiriyordu. Ehh, bizde zaten Adana'daydık. Tiyatro kostümleri arasında bulduğum bir şapkayı başıma geçirdim.

Çünkü, o yıllarda kafamda üç Öztürk'e yetecek kadar saç vardı.

Meydanın ortasına gelip başladım twist yapmaya... Eh, serde pantomimcilik var. Hareketleri Öztürk'e bayağı benzetiyorum. Bizim çocuklar da etrafımı sarıp,

‘‘Helal Öztürk Serengil, yeşşee!...’’

diye bağırıp el çırpmaya başladılar...

Bir anda ne polis, ne de karakol korkusu kaldı. Kadın, erkek, çocuk, bebe,

‘‘Adanalı Tayfur gelmiş!...’’

diye bütün evler boşaldı.

‘‘Beklesenize körolasıcalar, beni de götürün!...’’

diye bağıran bastonlu nineler bile kalabalığın kuyruğuna takıldı. Biz de bu kocaman Yukarı Mahalle kalabalığına keyifli bir gösteri yaptık, sözsüz oyunlar oynadık.

(Gerçi, ardından açılan ve yıllarca süren dünyadaki ilk pantomim davası biraz keyfimizi kaçırdı. Ama olsun, ünümüze ün kattık!...)

*

Benim gibi mahcup tipler fotoğraflarının basılmasından, televizyonda görüntülerinin yayınlanmasından hiç hoşlanmazlar. Hatta, gittikleri yerlerde tanınınca öfkelenirler, ama tanınmayınca daha da çok öfkelenirler sanırım!...

Öyle değil mi ey ünlü ümmeti?...

Yazarın Tüm Yazıları