Paylaş
Ülkemin ve insanlarımın bana ihtiyacı var
Gazeteye gitmeden önce Şişli Adliyesi'ne uğradım. Savcı bey,
‘‘Ooo, nerelerdeydiniz? Kaç gündür uğramıyorsunuz, sizi bayağı merak ettik vallahi’’ dedi.
‘‘Bu hava değişimleri yaşlıları sarsıyor savcı bey. 2-3 gün yatak döşek serilip yattım.’’
‘‘Bugün kime dava açacaksınız?’’
‘‘Bizim sokaktaki manav, sebze ve meyve sandıklarını kaldırımın üstüne çıkarıyor. Hem sokağı kirletiyor, hem de vatandaşa kaldırımda yürüyecek yer kalmıyor.’’
‘‘Ama bu adliyenin değil, belediyenin işi.’’
‘‘Merak etmeyin savcı bey, belediyeye de dava açıyorum. Bu ikinci dilekçem de belediye için. Kalkıp 4 kere gittim, hatta bir keresinde ayaküstü belediye başkanını bile yakaladım. Ama hiç ilgilenmediler. Görevi ihmalden ötürü cezalandırılmalarını talep edeceğim.’’
‘‘Yanlış hatırlamıyorsam, belediyeye daha önce de dava açmıştınız.’’
‘‘Evet, ama o bitişik apartmandaki kaçak çatı katına göz yumdukları içindi. Benim Sabancı davam ne oldu?’’
‘‘Sabancı'ya da mı dava açmıştınız?’’
‘‘Aşkolsun savcı bey, demek unuttunuz. Hani Levent'teki Sabancı gökdeleninden gelen sular caddeyi çamur deryasına çevirdiği için dava açmıştım ya... Hálá dava günü belli olmadı.’’
‘‘Biliyorsunuz şu ara mahkemeler çok yüklü. Bugünlerde çağrı evrakınız gelir. Şimdi bana izin verirseniz girmem gereken bir dava var.’’
‘‘Benim de var’’ deyip savcının odasından çıktım. Yolculara kötü davrandığı için hakkında dava açtığım belediye şoförünün 4. Asliye Hukuk'taki duruşmasına girdim. Ama şahitler duruşmaya gelmemişlerdi. Dava, şahitlerin celp edilip dinlenmesi için 2 ay sonraya bırakıldı. Ne yazık ki ülkenin düzelmesi, vatandaşın pek umurunda değildi.
*
Gazeteye gitmek üzere bir taksiye bindim. 10 dakika kadar kendimi tutup bir şey söylemedim ama, sonunda dayanamadım.
‘‘Şoför kardeşim, araba sürerken iki elin de daima direksiyonun üstünde olmalı. Ani bir durumda tek elle direksiyona hakim olamazsın. Maazallah bir kaza olabilir.’’
Şoför bir şey söylemeden vites kolunun üstünde tuttuğu sağ elini çekip direksiyona koydu. Aferin, söz dinleyen delikanlıymış.
‘‘Hem önündeki vasıtaya bu kadar sokulma. Adam ani bir fren yaparsa duramaz arkadan vurursun. Üstelik, sadece önündeki araca değil onun da önüne dikkat etmelisin.’’
Delikanlı yine ses etmeden öndeki araçtan biraz uzaklaştı. Ama bana yüzü biraz kızarmış gibi geldi.
‘‘Debriyaja basarken pedal döşemeye değmeli. Yoksa debriyaj balatasını yakarsın. Bak, dur kalklarda araba biraz silkeliyor. Sağ ön amortisör de vuruyor.’’
Nedense şoförün elleri titremeye başladı. Herhalde trafik sıkışıklığından bunalmıştı.
‘‘Şoförlük zor meslektir. Sabırlı olacaksın, olur olmaz şeylere sinirlenmeyeceksin. Çünkü yolcunun canı sana emanet.’’
Delikanlı, titreyen ellerle bir sigara yakıp dumanını hırsla içine çekti.
‘‘Yoo, işte bu olmadı. Arabanda müşteri varken sigara içmen doğru değil. Müşteri rahatsız olabilir. Hiç olmazsa önce izin istemelisin. Döşemelerin de leş gibi sigara kokar. Bu senin ekmek teknen.’’
Şoför bir hışım camı açıp sigarayı dışarı attı. Tekrar kapatırken de, cam kolu elinde kaldı.
‘‘Kül tablası dururken sigarayı dışarıya atmak da yasaktır. Kaç orman yangını bu nedenle çıktı biliyor musun!..’’
Şoför, öyle bir kalkış yaptı ki arabanın burnu öndeki minibüsün tamponunun altına girdi. Şangır şungur kırılan far sesleri duyuldu.
‘‘Ben sana yarım debriyajla kalkış yapma demedim mi?’’
Şoför tam bana doğru dönmüştü ki, öndeki minibüsün şoförü arabasından inip bizimkinin boğazını sıkmaya başladı. Ama bizim şoför, nedense minibüsçüye değil de bana vurmaya çalışıyordu.
‘‘Ben, sana şoför milleti soğukkanlı olmalı ve sinirlenmemeli demedim mi? Büyük sözü dinlersen başın derde girmez’’ deyip arabadan indim. Başka bir taksiyle gazeteye geldiğimde, Yazı İşleri'nin toplantısı yeni bitmişti. Yazı İşleri müdürlerinden Fikret Ercan'ı sayfa planı çizerken buldum.
‘‘Kendi özel haberinizi kendiniz takip etmiyorsunuz. Dün manşete koyduğunuz haberin bugün devamı yok.’’
‘‘35'inci sayfada var ya abi...’’
‘‘Var ama tek sütun var. Bir haber yakaladığın zaman onu en az 3-4 gün sağacaksın. Hem sayfanın dış kenarına çerçevesiz resim koymak modası da nereden çıktı? Sayfa kelek gibi duruyor.’’ Fikret,
‘‘Çok haklısın abicim’’ deyip masadan kalktı ve tuvalete doğru hızla yürüdü.
‘‘Kalabalık fotoğrafları da küçük boy kullanmaktan vazgeçin. Suratlar görülmediğinden kimin kim olduğu anlaşılmıyor.’’
Fikret'le yanyana küçük su dökerken ben, yine gazetenin daha mükemmel çıkabilmesi için yardımlarımı esirgemiyordum.
‘‘Merve'ye vururken dikkatli olun. Sonunda kadını zavallı bir Jan Dark haline getireceksiniz. Okur da kızacağına, kadına acımaya başlayacak.’’
Fikret, işini benden çabuk bitirip tuvaletten bir koşu çıkıp gitti. Oysa, nasihatlerim daha bitmemişti. Ama ne yapayım, işimi yarıda kesemedim. Sonra Enis Berberoğlu'na herkesin köşesinde yazacağını tahmin ettiği türban gibi konulardan kaçınmasını ve değişik sorunlarla ilgilenmesini, Bülent Düzgit'e klasikleşmiş Kırat simgesinden vazgeçmesini öğütledim ve Nehar Tüblek'in Kırat üstüne iki karikatür albümü olduğunu hatırlattım.
Yemekte Turgay Şeren'le aynı masaya oturduk. Turgay'a Galatasaraylı Ümit'in Milli Takım'a alınması için yazdığı yazıların çocuğun aleyhine olabileceğini hatırlattım. Ümit'in milli maç için daha çok genç ve deneyimsiz olduğunu ve de kötü oynarsa moral çöküntüsüne uğrayabileceğini anlattım. Turgay, yemeğini hızlı hızlı yiyip cevap vermediğine göre fikrime katıldı sanırım. Yemekten sonra gidip aşçıyı buldum. Hünkar beğendi yapılırken patlıcanların fırında pişirilmemesi ve ateşte közlenmesi gerektiğini hatırlattım. O da 2 bin kişilik yemeğin dediğim şekilde ancak bir haftada yetişebileceğini söyledi. Ama enginara niye arpacık soğanı kullanmadığı soruma cevap veremedi. Sadece homurdanıp kepçesiyle pat-pat diye pilavı dövdü.
*
Akşam üstü gazeteden yorgun argın dönünce biraz kestirmeye niyetlendim. Ama dalalı daha 15-20 dakika olmamıştı ki, apartmanın dibindeki parkta yine bir avaza türkü konseri başladı.
Birkaç gündür bitişikteki çocuk parkına iki inşaat işçisi dadandı. İşten sonra birkaç şişe bira alıp kendilerine bir çilingir sofrası hazırlıyorlar, gece yarılarına kadar bet sesleriyle acıklı türküler söyleyip ortalığı inletiyorlar. Kafayı bulunca oynadıkları ya da küfür kıyamet dövüştükleri de oluyor. Çocuk parkı, çevresi apartman dolu bir vadide olduğu için sesler 100 vatlık hoparlörlerden çıkmış gibi gümbürdüyor. Pencereden sarkıp,
‘‘Etrafta hasta vardır, uyuyan bebek vardır... Kesin şu höykürmeyi!..’’ dedimse de iplemediler. Hatta bir tanesi park bankında tempo tutup davul eksikliklerini de gidermeye başladı. Ben de giyinip aşağıya indim. Buranın tarla değil şehrin göbeği olduğunu, şehirde insanların birbirlerine saygılı davranmaları gerektiğini, ekmeğini şehirde kazanan kişinin köylülükten vazgeçmesi gerektiğini anlattım. Gecenin assolisti olduğunu tahmin ettiğim ufak tefek ve kavruk herif kafayı bulmuştu.
‘‘Sen türkü sevmez misin dayı?’’
‘‘Ben türkü severim ama, adam gibi söylenirse... Senin kulağın yok, detone söylüyorsun.’’
‘‘Ağzını bozma lan, detone senin anandır!..’’
Herif detone sözcüğünü herhalde küfür sanmıştı.
‘‘Yani, türküyü makamından okuyamıyorsun. Yarım koma ses bozuk söylüyorsun.’’ deyince büsbütün öfkelenip ağzını bozdu.
‘‘Bana bak, beni yaşlı gördün diye dayılanma... Ben eski boksörüm, ağzın burnun sağlamken bas git buradan’’ dedim. O da bana bir yumruk attı.
‘‘Ulan kro, sağ kroşe öyle mi atılır? Önce, sol ayağını öne basıp sol elinle çeneni koruyacaksın. Sonra, sağ yumruğunu savururken arkadaki ayağından güç alıp vücudunu belinden döndüreceksin.’’ deyip bayıldığımı hayal meyal hatırlıyorum.
*
Semtte asayişi sağlayamadıkları için görevi ihmalden ötürü Mecidiyeköy Karakolu'na bugün gidip dava açacağım. Birinin insanlara doğruları öğretmesi gerek!..
Paylaş