Huysuz İhtiyar

Haberin Devamı

Baktığım yöne doğru yürüyemiyordum. Evimin bulunduğunu tahmin ettiğim sokağa doğru bakıyordum. Ama istemeden karşı sokağa doğru ilerliyordum. İlerlemem bazen küçük adımlar atarak, bazen de koşarak oluyordu. Aslında, koşmak gibi bir niyetim yoktu. Fakat, ön tarafa doğru kaykılınca insan düşmemek için önce hızlı ve büyük adımlar atıyor, sonra da çaresiz koşmaya başlıyor. Tutunacak bir ağaç veya çarpacak bir duvar bulana kadar da koşturmasını sürdürüyor.

O gece, evde yalnız başıma içmek istememiştim. Gündüz köfteci, gece koltuk meyhanesi taklidi yapan civardaki bir dükkána gidip bir büyük şişe rakının üstüne iki tek de müessese ikramı yolluk içmiştim. Şimdi de evin yolunu tutmaya çalışıyordum. Garson Remzi'nin şişe camı kalınlığındaki gözlüklerinin arkasından bile minik görünen miyop gözleri, uykusuzluktan daha da küçülmüştü. Meyhanede ikimizden başkası kalmamıştı. Oğlanın esnemekten bir türlü bir araya gelemeyen iki dudağına bakıp haline acımış ve hesabı ödeyip meyhaneden çıkmıştım. Gece olunca farelerin terk ettiği batan bir gemi manzarası alan Mecidiyeköy'ün işyeri dolu caddelerinde tek başımaydım. Ya da ben kendimi öyle sanıyordum. Hemen kulağımın dibinde hırıltılı kısık bir ses;

‘‘Afedersin ağabey, Bahçeler sokağa nereden gidilir?’’ deyince irkildim.

‘‘Ben de oraya gitmeye çalışıyorum. Bulunca sana ıslık çalıp haber veririm.’’

‘‘O yapıştığın ağacı bırakmazsan, nasıl arayıp bulacaksın? Sen istersen bana tutun.’’

‘‘Haydi lan, benim koluma girecek herifi analar daha doğurmadı!..’’ deyip kabadayılıkla tutunduğum ağacı bıraktım. Ama İspanyol Pasadoble dansı figürlerine benzer adımlar atmaya başlayınca adam beni havada yakaladı. Sıska, kavruk, kafası çene hizama zor gelen bir adamdı ama, çelik gibi kolları vardı. Ben, yine de erkekliğime turşu damlamasın diye babalandım.

‘‘Bana bak, beni elinden kaçırır da yere düşürürsen kalkınca fena döverim. Ona göre haa!..’’

‘‘Hiç merak etme ağabey, ben tuttuğumu kolay bırakmam.’’

‘‘Aferin lan bıdık, sevdim seni... Eve gitmeden son bir yolluk içeceğim. İstersen seni de götüreyim.’’ Aslında adam beni götürüyordu.

*

Herif gerçekten sıkı içiciydi. Ben kadehimin daha yarısına gelmişken o, iki dubleyi içine döküverdi.

‘‘İstanbul'un yabancısısın anlaşılan.’’

‘‘Evet. Tayinim buraya yeni çıktı.’’

‘‘Ne iş yaparsın?’’

‘‘Mal taşırım, can taşırım.’’

‘‘Şoför müsün?’’

‘‘Eh, onun gibi bir şey. Nakliyat işi yani...’’

‘‘Bahçeler sokağı niye soruyordun?’’

‘‘Bir nakliye siparişi aldım da...’’

Bitişikteki masada huri gibi bir kız oturuyordu. Üstelik bana bakıyordu. Hem de gülümseyerek... İnsan yarım şişeyi geçince kendini genç, şişenin dibinde de yakışıklı hisseder. Demek, kız da gençliğimin ve yakışıklılığımın farkına varmıştı. Dayanılmaz olduğumu sandığım hafif çarpık gülümsememle kıza doğru kadehimi kaldırdım. Ama daha indirmeye vakit bulamadan kızın masasındaki iki çam yarması tepeme bindi. Biri ensemden, biri kolumdan tutup beni bar sandalyesinden yaka paça aşağıya aldılar. Hatta, birisi elini beline bile attı. Tam çiğnemeye başlayacaklardı ki, yanımdaki bıdık, sandalyesinden bile kalkmadan,

‘‘İhtiyarı bırakın!..’’ dedi. Bunu öyle bir sesle söyledi ki yattığım yerde ben bile üşüdüm. Herifler,

‘‘Ulan yarım porsiyon sen de!..’’ deyip hışımla ona döndüler. Ama adamın gözlerini görünce kızı da alıp bardan hızla çekip gittiler.

‘‘Sevdim seni arkadaş, harbi delikanlıymışsın. Ama elimden almasaydın, herifleri çok fena yapacaktım. Haydi arkadaşlığa içelim.’’

Arkadaşlığa içmeyi çalgılı bir meyhanede sürdürdük. Bir avaza şarkılar söyledik. Saz heyeti, müşteri isteklerine geçti. Ben, ‘‘Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar’’ı, arkadaşım da ‘‘Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?’’ şarkısını istedi.

*

Sabaha karşı canım fena halde işkembe çorbası çekti. Arkadaşımın taksiyle gidelim ısrarlarına rağmen benim arabamla gideceğimizi söyledim.

‘‘İçkilisin ağabey, bir kaza falan olabilir.’’

‘‘Sen, iki büyük rakıya içki mi diyorsun? Ben, şimdi bir büyük daha içer üstüne uçak bile kullanırım. Benim kırk yıllık şoförlüğüm var, ama daha tek kazam yok... Haydi yürü işkembeciye!..’’

İçki gerçekten beni pek etkilemez. Daha yarım saat bile düşünmeden arabamı park ettiğim yeri derhal hatırladım.

‘‘Biraz yavaş gitsek mi ağabey?’’

‘‘Gidiyor muyuz ki?’’

‘‘Hem de ters yoldan.’’

‘‘Öyle ise doğru yola sapsana...’’

‘‘Sapamam ağabey.’’

‘‘Niye lan?’’

‘‘Çünkü, direksiyon senin elinde.’’

‘‘Yani, arabayı deminden beri ben mi kullanıyorum?’’

‘‘Daha doğrusu kullanıyordun. Ama artık kullanmıyorsun.’’

‘‘Niye?’’

‘‘Çünkü, bir duvara çarpmış bulunuyoruz.’’

‘‘Hay Allah, ben de kafam ve bacaklarım niye sızlayıp duruyor diye merak ediyordum.’’

‘‘Gel seni dışarıya çıkarayım ağabey.’’

‘‘Çekme lan, dizim ağrıyor. Kırıldı herhalde.’’

‘‘Dur ben bir bakayım. Bu işlerden ben biraz anlarım.’’

Arkadaşım oramı buramı ovaladı, bedenimdeki ağrılar gerçekten de kesiliverdi.

‘‘Sabah oldu, artık işbaşı yapmam gerek.’’

‘‘Yoo, işkembeciye gitmeden olmaz.’’

‘‘Yani son arzun mu ağabey?’’

‘‘Evet, bu geceki son arzum. Rakının üstüne bir işkembe çorbası içilmeyince ben ona hayat mı derim!..’’

Arkadaşım bir cep defteri çıkarıp sayfalarına baktı. Sonra da saatine biz göz attı.

‘‘Peki, biraz daha vaktimiz varmış. Gidiyoruz, bana tutun.’’ dedi.

İşkembeciye nasıl geldiğimizi pek hatırlamıyordum ama, bol sirkeli damardan tuzlama çorbam nefisti.

*

Arkadaşıma gece rastladığım sokak başında aklıma geliverdi.

‘‘Sen bana hangi sokağı sormuştun yahu?’’

‘‘Bahçeler sokağı...’’

‘‘Ben de o sokakta oturuyorum zaten. Sokakta nereyi arıyorsun?’’

‘‘Dilek apartmanını.’’

‘‘Kaç numarayı?’’

‘‘13 numaralı daireyi.’’

‘‘Ne için?’’

‘‘Nakliyat için.’’

‘‘Ne nakliyatı lan!.. Orada ben oturuyorum ve kimseyi çağırmadım.’’

‘‘Bizi zaten kimse çağırmaz. Bizi gönderirler.’’

‘‘Kim gönderir?’’

Arkadaşım ses etmeden güneşin ilk ışıklarıyla sarı ve turuncuya boyanmaya başlamış gökyüzüne baktı. Birden ayıldım.

‘‘Sen kimsin lan?’’

‘‘Ben Azrail'im ağabey. Birinci takımdakiler şu ara Kosova'da falan çok meşgul oldukları için beni paf takımından aldılar. Sen benim ilk işim olacaksın.’’ deyip buz gibi pençesiyle bileğime yapıştı. Ben can havliyle,

‘‘Dur lan dur!.. Yarım kalmış bir sürü işim var. Yazdığım ve yazacağım kitaplar, oyunlar, bitmemiş resimlerim, hesabı yarım kalmış kavgalarım, sevgilerim... Bilseydim, tuzlamanın üstüne bir de şirdenli ince kıyım çorba içerdim. Ağzımın kokmasına boşverip basardım sarmısağı!..’’ diye saçmalamaya başladım.

‘‘Ağabeyciğim dert etme, dünyada her şey zaten yarım kalır. Bütün filmler, romanlar, savaşlar, sevgiler yarım kalmıştır. Kim neyi bitirebilmiş ki!.. Senden sonra bitmiş bir işi kim tekrar dener? Aslolan, o yarımın güzel bir yarım olması... Zaten ben de senin ancak yarını götürebiliyorum. Diğer yarın maalesef aşağıda kaldı.’’

Sarı ve mavi bulutların arasından geçerken içtiği rakılardan olacak Azrail arkadaşımın çenesi düşmüştü. Hıyar, felsefe paralıyordu. Turuncu bir buluttan sapınca Tekin'le karşılaştık.

‘‘Yine dört ayak üstüne düşmüşsün!..’’ diye hasetle homurdandım. Çünkü, onu götüren Azrail ahu bakışlı, keklik sekişli, mini etekli, öyle bir dilberdi ki ardından gitmemek kimin ne haddine!.. Azrail'lerimizi değiş-tokuş yapalım teklifinde bulundum, Tekin duymazdan geldi. Sonra da uzaklaşırken sordu:

‘‘Sayfada eksik var mı ağabey?’’

‘‘Karikatürü yine şişirmişsin. Yazında da her zamanki gibi 6 satır eksik var.’’

Yazarın Tüm Yazıları