Paylaş
Mustafa’lı bir hafta sonu
Sabahın köründe ve uykumun en tatlı yerinde birisi ayağımdan çekiştirmeye başladı.
‘‘Kalksana lan vesimci!..’’ Bir an uykumda kábus görüyorum sandım ama sonra, Mustafa'nın dün gece bende kaldığını hatırladım. Mustafa, Silivri'nin dışındaki bir tatil köyünde doğmuş ve büyümüştü. Yaz-kış birkaç yüz evin bulunduğu tenha bir deniz kıyısında özgürce yaşamıştı. Kent hayatını hiç tanımamıştı. Bu nedenle Silivri'deki ilkokula başlayınca büyük sorunlar çıkmıştı. Her gün, canının çektiği ayrı bir okula gitmiş, kızlar okula niye mayoyla gelmiyor diye hır çıkarmış, kulağını çeken öğretmenini de ‘‘Beni dayaktan gebevtti...’’ diye karakola şikayet etmişti.
Ben de kent yaşamına alışsın ve İstanbul'u biraz tanısın diye bağrıma taş basıp Mustafa'yı hafta sonu Mecidiyeköy'deki evimde konuk etmeye niyetlenmiştim. Yani Mustafa dün gece bende kalmıştı.
‘‘Çekiştirme be!.. Sabahın köründe niye kalkacakmışım?’’
‘‘Yoksa kahvaltı hazıvlamayacak mısın? Zaten, babam senin için 'O hevif sabah kahvaltısında bile vakı içev' diyovdu.’’
‘‘Baban halt etmiş, asıl kendisi bir gün rakı bardağına düşüp boğulacak!..’’
‘‘Ben kahvaltıda vakı içmem, çay içevim. Hem de beş şekevli içevim.’’
‘‘Ziftin pekini iç!.. Buzdolabında portakal suyuyla pasta var. Git onları tıkın, bırak da yarım saat daha uyuyayım.’’
‘‘Ben onlavı bitivdim zati... Şimdi, kahvaltı etmek istiyovum.’’
‘‘Ekmek kutusunda üzümlü kek var.’’
‘‘Ben, üzümlü kek sevmem ama onu pastadan önce bitivdimdi.’’
‘‘Elma var.’’
‘‘Ekşi çıktılav... Beni evine çağıvdı sonra aç bıvaktı diye herkesleve söyleyeceğim.’’
Artık istesem de uyuyamazdım. Zaten ağır işiten komşum Harun Bey de uyurken televizyondan mahrum kalmayayım diye yatak odamın altına koyduğu televizyonundan sabah haberlerini dinlemeye başlamıştı. Belgrad yine bombalanmış, Kapıkule'den 1.600 yeni göçmen giriş yapmış, yine bir PKK divanesi kendini patlatmıştı.
Mustafa'ya tereyağ, bal, reçel, üç çeşit peynir, zeytin, yumurta ve sahanda sucuklu bir kahvaltı hazırladım. O da,
‘‘Sosis yok mu?’’ diye sordu. Sağ elimin kasıldığını ve yanağımda tik başladığını görünce sosis konusundaki ısrarından vazgeçip kahvaltıya girişti, ama bitiremedi. Yumurta, peynir, bal ve reçelden sonra sucuk sahanını ekmeğiyle temizliyordu ki vazgeçip sofradan fırladı. Tuvalet kapısının dank diye açılıp gümm diye kapandığını duydum. Önce bir sessizlik oldu sonra da Mustafa'nın sesi ciyak ciyak duyuldu.
‘‘Adi vesimci!.. Bana hep bozuk şeylevi yedivdin. Uyyy!.. Ben, kavnımdan ölüyovum!.. Şavap çanağına çıstığımın sıvık boylusu hevifi... Uf!..’’
*
Mustafa'nın midesinin tamiri uzun sürdü. Yutturduğum ilaçlara pek ses etmedi ama kaynattığım nane limona kıyameti kopardı ve beş kesme şeker attırmadan içmedi. Ben, çalışma odama geçip tuttuğu altın olasıca kompüter bilgesi Mehmet Ali'nin bana yazdırdığı reçeteye göre bilgisayarla gazeteye karikatürümü postalarken kapı çalındı. Ortaklar Şarküteri'nin çırağı gelmişti. Ellerinde bir sürü torba vardı.
‘‘Bunları kime getirdin?’’
‘‘Size getirdim.’’
‘‘Ben, sizden bir şey istemedim ki...’’
‘‘Siz değil, az önce oğlunuz telefon edip ısmarladıydı.’’
‘‘Ulan Mustafaa!..’’ diye dellenip salona koştum. Mustafa'nın okuma yazma öğrenmesi hiç iyi olmamıştı. Telefon defterimi masanın gözüne kilitledim. Mustafa salonda yoktu. Evin hiçbir yerinde de yoktu. Çaresiz homur-küfür parasını ödeyip torbaları aldım. Çırak giderken,
‘‘Çikolatalar tamam ama, 50 çokoprens getiremedim. Dükkánda sadece 22 tane kalmış. İsterseniz gerisini yarın getiririm’’ dedi.
Odama dönüp karikatür göndermeyi sürdürdüm. Ama titreyen ellerimle her seferinde yanlış tuşlara bastığım için karikatürü ancak yarım saatte geçebildim.
*
Köşe bucak Mustafa'yı tekrar aradım, bulamadım. Çocuk, ya korkup kaçtıysa diye içime bir korku düştü. Hiç bilmediği bir kentte ve Mecidiyeköy'ün cehennemden beter trafiği ve kalabalığı içinde küçücük bir çocuk ne yapar?.. Başına neler gelir?.. Her yanım önce buz kesti, sonra da ateş bastı. Mustafa'yı çıkıp aramak üzere giyinirken kapı çalındı. Genç bir kız suçlayan bakışlarla kapıda duruyordu.
‘‘Ben, 3 numarada oturuyorum Oğuz Bey.’’
‘‘Evet, buyrun.’’
‘‘Biz sokağa çıkmak zorundayız.’’
‘‘Buyrun çıkın, bana niye soruyorsunuz?’’
‘‘Ama Mustafa'yı evde yalnız bırakamayız.’’
‘‘Ay, Mustafa sizde mii?’’
‘‘Bilmiyor muydunuz?’’
‘‘Nereden bileyim?’’
‘‘Siz, Mustafa'yı dövüp sokağa attıktan sonra yavrucak ağlayarak bizim eve sığındı.’’
‘‘Ben de herifi evde arayıp duruyordum.’’
‘‘Yine dövmek için mi?’’
‘‘Kiim? Ben mi dövmüşüm?’’
‘‘Karnına vurmuşsunuz, kıvranıp duruyordu. Üç kez de tuvalete koştu. Yüzü ve kulakları da dayaktan kıpkırmızıydı. Doğrusu sizden hiç beklemezdik. Yazılarınızdan ve çizgilerinizden sizi insancıl biri olarak bilirdik.’’
‘‘Tamam tamam... Bir daha elimi sürmeyeceğim, siz Mustafa'yı getirin.’’
‘‘Söz veriyor musunuz?’’
Gıcırdatıp sıktığım dişlerimin arasından;
‘‘Veriyorum!..’’ dedim.
‘‘Babam akşama dönünce Mustafa'ya dayak yeyip yemediğini soracakmış ona göre!.. Kendisi, eski milli güreşçidir ve sinirli bir adamdır.’’
Kızın endamına bakıp babasının kalıbını tahmin etmek zor değildi.
*
Bir top, üç çokoprens ve iki toblerone çikolata karşılığı Mustafa'yı bizim apartmana bitişik çocuk bahçesinde oynamaya razı ettim. Evde daha fazla oturması hem benim sinir sistemim, hem de Mustafa'nın hayatı için tehlikeli olabilirdi. Üstelik 3 numaradaki güreşçi eskisi baba da akşama uğrayacaktı. Muhtemel bir aksiliğe karşı pencereye çıkıp Mustafa'yı kollamaya başladım.
Mustafa, önce top oynadığı oğlan çocuklarıyla dalaştı. Kendisine gol attırmadıkları için topunu aldı ve maç bitti. Sonra, kız çocuklarının yanına gidip topu onlara verdi. Hep birlikte ortada sıçan oynamaya başladılar. Hep sıçan olan Mustafa, nedense topu değil daima kızları yakalıyor ve uzun süre de bırakmıyordu. Sonunda kızlardan biri, beline yapışıp kalmış olan Mustafa'nın kafasına topu vurdu. Oyun da bitti.
Mustafa da bankta kitap okuyan genç bir kadının yanına gidip oturdu. Önce biraz konuştular. Kadın Mustafa'nın başını sevdi. Sonra da Mustafa, pencereden sarkmış olan beni kadına gösterip bir şeyler söyledi. Kadın, kötü kötü bana bakıp eteklerini dizlerinin altına çekiştirdi. Hatta, yine bana bakıp sıcaklayıp çıkardığı mantosuyla mini etekli bacaklarını örttü. Utancımdan kızarıp pencereden çekildim. Az sonra da Mecidiyeköy'ün hoparlörlü günlük ciyaklama senfonisi başladı.
Önce polis otoları, karnı ağrımış ördek sesi çıkaran düdüklerini öttürüp trafikte sıkışan arabalara ‘‘Yürrüü!..’’ emrini verdiler. Tabii kimse kımıldayamadı. Polisler de ne kadar bağırırlarsa trafik o kadar düzelir inancıyla,
‘‘LeLe 215 yürrüü!.. FeKaGe 16 durmasanaa!..’’ gibisinden feryada başladılar. Kulaksız ve gıcırtılı sesli müezzin, 50 metre ötemdeki camiin sonuna kadar açılmış hoparlöründen öğle ezanını okudu. Derken, Batitizci, naralar atarak koroya katıldı. Batitizci, arabasını durdurup bir apartmana patates götürmek için sesini kestiği sırada bir siyasi partinin bindirilmiş tamtam takımı devreye girdi. Seçim otobüsü, ortalığı inleten arabesk seçim marşını kesip partilerinin Türkiye'yi nasıl kurtaracağı hakkında Mecidiyeköy'ü bilgilendirmeye başladığı anda da başka bir hoparlörden Mustafa'nın sesi duyuldu:
‘‘Ulan şavap çanağına çıstığımının pavtici heviflevi!.. Ulan hıvsızlavv... Çetecilevv... Dolandıvıcılavv... Ulan, bakkal Hasan amca sizin yüzünüzden battı. Babam da işsiz kaldı. Patatesçi de sizin güvültünüz yüzünden satış yapamıyov... Ne bağıvıyovsunuz hıyavlavv!..’’
Bir anda parti otobüsünün sesi kesildi ve Mecidiyeköy'de sadece Mustafa'nın sesi çınladı. Yıldırım gibi aşağıya inip sokağa fırladım. Mustafa'yı seçim otobüsünden inip Batitizciyi döven partilileri seyrederken buldum. Batitizci;
‘‘Valla bağıran ben değildim ağabeyler!.. Ben Zümrüt apartumanı 5 numaraya suvan götürmüştüm!..’’ diye feryat ediyor, ama dövenlere dinletemiyordu.
Tam bir yıldır kulaklarıma cinsel tacizde bulunan Batitizci'nin yediği sopayı keyifle izledim. Sonra da Mustafa'nın koca kafasını sevgiyle karnıma bastırdım.
‘‘Seni bugün sinemaya götüreceğim. Hem de en karateli filme...’’
‘‘Ben kavateli film istemem. Hani uzun uzun kadınlav televizyonda donla yüvüyovlav ya... Beni ovaya götüv.’’
İlk iç çamaşırı defilesinin nerede yapılacağını bilen varsa ne olur haber edin. Mustafa'ya sözüm var.
Paylaş