Paylaş
Biz adamı fena işletiriz!..
Yüreğinin saflığından mı yoksa kafasının ağır işlemesinden mi bilemem Hikmet, her söylenene inanırdı. Bu özelliği nedeniyle de bizim eğlence kaynağımızdı. Gazeteye sabah gelip geceyarısı çıktığımız eski yıllardı. Şimdi renkli fotoğrafları, karikatürleri, başlıkları, dizgileri ve ilanları bilgisayarda şıpın işi hazırlanan günlük gazeteleri kotarmak, o yıllarda ömür törpüsüydü. Linotip denilen makinede dizilen yazılar kurşun kalıplara dökülür, resimler için çinko klişeleri hazırlamak saatler alır, sayfayı bağlamak akşamı bulurdu. Hele, önemli bir son dakika haberi için sayfada değişiklik yapmak Çin işkencesinden beterdi. Sonra, matris dediğimiz sert kartonlara bu demir ve kurşun çıkıntılı sayfaların presle kalıbı alınırdı. Matrislere kurşun dökülür, tekrar kalıp alınır, bu kalıplar da sonunda saatte 5-10 bin adet gazete basabilen rotatif makinelerine bağlanırdı.
Bütün bu nedenlerle gazetecilerin hayatı, gazete binalarında geçerdi. Öğle ve akşam yemekleri yazı masalarının bir ucunda savuşturulur, kurşun buharından zehirlenme tehlikesine karşı da çalışanlara patron tarafından küçük birer káse yoğurt verilirdi. Özel yaşamı hiçe inmiş gazeteciler de hoplatmamak için kendi eğlencelerini kendileri icat etme zorunda kalırlardı. Bu nedenle bina içinde silah atış talimleri, güreş karşılaşmaları, masa üstü para ve ping-pong maçları filan yapardık. (Örneğin ben, benden 30 kilo daha ağır olan Nezih Demirkent'i yenerdim.) Alp Zirek, Hakkı Devrim, Oğuz Akkan gibi genç yazı işleri müdürleri de bizim azgınlığımıza katıldıkları için eğlencelerimiz kısıtlanmazdı.
İşte, bu eğlencelerin başında Hikmet'i işletmek gelirdi. Hikmet, o kadar saf bir delikanlıydı ki işletildiğini birkaç haftadan önce anlayamazdı. Bazen de hiç anlayamazdı. Sahte evraklarla Hikmet'i gazetenin Adana bürosuna tayin eder, bazen Avrupa'ya röportaja gönderir, bazen de Başbakanlık Konutu'nda yemeğe çağırırdık. Oradan oraya koşuşturan Hikmet'çiği, tabii hep kapıdan çevirirlerdi. Çok kez de ateşli aşk mektupları alır, elinde çiçeklerle saatlerce kar altında Taksim Meydanı'nda beklerdi. Bir keresinde de rahmetli Nisa Serezli'yi ona ünlü bir Amerikan artisti olarak tanıtmıştık. Hikmet de Nisa ile İngilizce röportaj yapmıştı.
Bir gün Altan Erbulak Hikmet'e,
‘‘Şermin Ateş, bana senin kim olduğunu sordu.’’ dedi.
‘‘Şermin Ateş beni nereden tanıyormuş?’’
‘‘Geçen gün gazetede resmin çıktı ya... Hani Başbakan'ın bizim gazeteyi ziyareti sırasında toplu halde çektirmiştik. O resimde seni görmüş ve çok ilgisini çekmişsin.’’
Şermin Ateş, (Ayıp etmemek için tabii adını değiştirdim) o yıllar rüyasına girdiği erkeğe bayram ettiren en ünlü sinema yıldızlarından biriydi. Can alıcı menekşe rengi gözleri, balık etindeki ince belli, uzun bacaklı güzel vücuduyla daha çok soyunuk vamp kadın rolleri oynardı. Altan'la birkaç filmde oynadıklarından ötürü tanışırlardı.
Hikmet, Şermin Ateş'in ilgisini çektiği için sahte bir alçak gönüllülükle,
‘‘Yok canım, belki başkasını kastetmiştir... Sen yanlış anlamışsındır.’’ dedi.
‘‘Niye yanlış anlayayım, o fotoğrafta senden başka yakışıklı adam var mıydı? Kız, parmağıyla gösterdi be!..’’
Hikmet, gerçekten de boylu boslu, yakışıklı bir delikanlıydı. Bir yandan mayışma alametleri gösteriyor, bir yandan da inanmakta tereddüt ediyordu.
‘‘Sen, yine beni işletiyorsun galiba!..’’
‘‘Bana inanmıyorsan niye Şermin'e telefon edip kendin sormuyorsun?’’
Hikmet'çiğin bir anda bütün şüpheleri dağıldı. Yüzü ışıdı, gözleri mayıştı. Sonra nasıl akıl ettiyse,
‘‘Ama ben Şermin Hanım'ın telefonunu bilmiyorum ki.’’ dedi. Altan, not defterini çıkarıp baktı ve koca bir káğıda fırçayla bir telefon numarası yazdı. Biz de;
‘‘Haydi lan zamparalar kralı, başına talih kuşu kondu. Yüzümüzü kara çıkarma Hikmeet!..’’ diye bağıra çağıra Hikmet'i itip kakıp yüreklendirmeye başladık. Hikmet, titrer parmaklarla numarayı çevirdi. Sonra da bize,
‘‘Başımdan gidin be, sizin yanınızda rahat konuşamam’’ dedi. Biz de gidip salonun öbür ucundaki paralel telefonlara sarıldık. Hikmet'in biraz ince olan sesi telefonda konuşurken kalınlaştı ve kadife gibi yumuşak bir hal aldı.
‘‘Aloo, Şermin Hanım'la görüşmek istiyordum.’’
‘‘Benim efendim, siz kimsiniz?’’
‘‘Ben Hikmet...’’
‘‘Hangi Hikmet?’’
‘‘Yeni Sabah Gazetesi'nden Hikmet... Hani Altan'a....’’
‘‘Aaa!.. Bu kadar olur vallahi... Sahiden de kalp kalbe karşıymış. İnanmazsınız ben de tam şu anda sizi düşünüyordum Hikmet Bey.’’
‘‘Afedersiniz, size bir şey sormak istiyorum. Altan'a gerçekten benden söz ettiniz mi?’’
‘‘Hem de kaç kere... Bu çocuk fotoğraftaki kadar yakışıklı mı diye sordum. Altan da fotoğrafı kötü bile çıkmış dedi. Gazete köşelerinde didineceğinize niçin film çevirmiyorsunuz Hikmet Bey? Yeşilçam, yeni bir jön bulmak için yırtınıyor. Sizinle aynı filmde, hele bir aşk sahnesinde oynamak ne tatlı olurdu!..’’
Hikmet'çik, farkında olmadan iniltili sesler çıkarmaya başladı. Salonun bir ucunda dışarıya ses gitmesin diye camla bölünmüş bir bölme vardı. Burası radyo haber odasıydı. Kasım Yargıcı, (modacı Neslihan Yargıcı'nın babası sanıyorum) dünya radyolarını dinler, haber çıkarmaya çalışırdı. Şimdi, o bölmede Kasım değil gazetenin yaman ve cingöz muhabirlerinden Perihan oturuyordu ve Hikmet'le Şermin niyetine o konuşuyordu. Hem de camın arkasından Hikmet'in yüzüne baka baka...
Altan Hikmet'e radyo odasının telefon numarasını vermişti. Perihan'ı da daha önce ayarlamıştı. Biz bağıra bağıra gülmemek için kendimizi tutmaktan morarmıştık. Perihan, artist olması için Hikmet'e yalvardıkça yalvarıyor, senaristlere yazdıracağı ve beraber oynayacakları aşk sahnelerini en ince ayrıntılarıyla tarif ediyordu. Sonunda Perihan,
‘‘Kararınızı öğrenmek için sizi tekrar arayacağım Hikmet Bey’’ deyip telefonu kapattı.
Hikmet'in hali per perişandı. Uzun süre konuşamadı, sabit gözlerle camdan dışarıya baktı. Daha sonra, bize şüpheyle bakıp,
‘‘Bu, Şermin Ateş'in sesi değildi ki...’’ diye homurdandı.
‘‘Sen Şermin Ateş'in sesini nereden tanıyorsun?’’
‘‘Filmlerinden tabii...’’
Gülmekten kimsede hal kalmadı. Altan,
‘‘Şermin Ateş, hangi filminde kendi sesiyle konuşmuş ki tanıyacaksın!.. Filmlerin hepsi dublaj değil mi a benim zekavet özürlü çocuğum!..’’ deyince Hikmet'in yüzünde tekrar güller açtı.
*
Şermin Ateş'le Hikmet'in telefon konuşmaları bir hafta sürdü. Şermin, Hikmet adına film yapımcılarıyla konuşmuştu. Fakat, yapımcılar Hikmet'in fotoğraflarını görmek istiyorlardı. Gazetenin fotoğraf stüdyosunda Altan'ın rejisörlüğünde Meftun Olgaç tarafından Hikmet'in poz poz fotoğrafları çekildi. Hikmet, eli çenesinde dalgın dalgın ufka bakıyor... Hikmet, gülüyor... Hikmet, bir dans figürü yapıyor... Hikmet, kötü adama yumruk atıyor... (Boyu boyuna denk olsun diye dayak yiyen kötü adam olarak ben seçilmiştim)
Altan, fotoğrafları Şermin Ateş'e götürmek üzere aldı. Fakat Şermin Hanım, (yani Perihan) yapımcıların Hikmet'in vücudunu çıplak da görmeleri için mayolu fotoğraf istediklerini söyledi. Üstelik, bu fotoğrafların kendisini de ne kadar heyecanlandıracağını ekledi.
Hikmet, artist olunca kazanacağı paraların ve tavlayacağı kızların hayaline kendini öyle kaptırmıştı ki, gık demeden Marilin Monru'ya bile taş çıkartacak mayolu resimler çektirdi. Üstelik hain Meftun da adaleleri iyi görünsün ve parlasın diye oğlanın vücudunu tepeden tırnağa yağladı.
Veee beklenen gün geldi, Şermin Ateş o gece Hikmet'i evine çağırdı. Altan da Şermin'in ev adresini Hikmet'e verdi. Altan'a,
‘‘Uydurma bir adres verdin değil mi?’’ diye sordum.
‘‘Hayır, Şermin Ateş'in gerçek ev adresini verdim.’’
‘‘Kızın Hikmet'in geleceğinden haberi var değil mi?’’
‘‘Yoo, nereden olsun. Ona bir şey söylemedim. Zaten Hikmet diye birinin varlığından bile haberi yok.’’
‘‘Biz, bu işin biraz suyunu çıkardık... Sonunda bir tatsızlık olacak.’’
‘‘Vallaa, sonunda ne olacağını ben de merak ediyorum.’’
*
Bir arabaya doluşup Şermin Ateş'in Levent'teki evinin karşısında sipere yattık. Gecenin bir vakti Hikmet, elinde güllerle göründü. Evin numarasını dikkatle okudu. İki kez vazgeçip kapıdan geri döndü. Biz,
‘‘Haydi Hikmet, haydi arslanım!.. Ödlekliği bırak da çal şu kapıyı!..’’ diye içimizden yalvarırken Hikmet, kapıyı çaldı sonra da içeriye alındı. Bizler, kopacak patırtıyı daha iyi duyabilmek ve sille tokat dışarıya atılan Hikmet'i daha iyi görebilmek için evin bahçe duvarına dizildik. Fakat, ne patırtı duyuldu ne de sokağa kimse atıldı. Ancak, gece yarısına doğru soğuktan kakırdamış bir haldeyken evin kapalı perdelerinin arkasından gelen hafif bir müzik sesi işittik. Levent'in ayazına daha fazla dayanamadığımız için de gece yarısını bir hayli geçe beklemekten vazgeçip ardımıza baka baka evlerimize döndük.
*
Hikmet, gazeteye ancak iki gün sonra dönebildi. Bizimle hiç konuşmadı. Yüzümüze sadece küçümseyen gülücüklerle baktı. Hatta, o yıl birkaç film de çevirdi. Başrolde değildi ve beraber yaşamasına rağmen Şermin Ateş'le hiçbir aşk sahnesinde oynamadı çok şükür!..
Altan'la insanları nasıl işlettiğimizi yıllarca herkeslere keyifle anlatıp durduk. Ama Hikmet'i son işletmemiz aramızda hep sır olarak kaldı.
Paylaş