Huysuz İhtiyar

Haberin Devamı

Kanlı cuma!..

Bugün her şey kötü başladı. Berbat bir baş ağrısı ve daha berbat bir karın sancısıyla uyandım. Tuvalete kıl payı yetiştim. Allah'tan pijama kolay sıyrılıyor. Ayağımda pantolon olsaydı, rezillik diz boyu olacaktı. O tuvalet hücumu sırasında lavabodaki seramik sabunluğumla diş fırçası bardağımı kırdım. Aklımca, ağır alkollü içkiye paydos ettiğim için dün gece yine şarap içmiştim. Ama 2.5 şişe içmiştim.

Zaten, bugün günlerden Kanlı Cuma'ydı. Yani, benim için haftanın en berbat günüydü. Cuma, benim yazı yazma günüm. Yazı mı yazıyorum, can mı veriyorum üç yıldır hâlâ anlayamadım. Yazarken yürek paralayıcı iniltiler, ahlar ve oflar koyveriyorum. Apartman, bir akustik cenneti olduğu için bitişik komşumun güzel kızı Melisa, yine bir tarafımı kestim sanıp tertürdiyotla koşup geliyor. Yazı bittiği zaman dört çeki odun taşımış gibi ben de bitmiş oluyorum. Tolga'ya,

‘‘Ne olur izin ver de Portakal'ı çalışma evime götüreyim.’’ diye ne kadar yalvarsam da, razı edemiyorum. Arada, kediye bir iki tane patlatıp farahlardım hiç olmazsa.

*

Gün kötü başladı demiştim. Masama oturunca beyin jimnastiği olsun diye, bilgisayar satrancımla iki oyun oynadım. İkisinde de yendi beni menhus alet. Tabii, oyun sırasında üç kez tuvalete koşturduğum için bu yenilgilerde konsantrasyonumu kaybetmemim de payı var. Bu koşuşturmalar sonucunda bir kapı camı, bir vazo ve bir kül tablası telef oldu. Ama şöminenin üstündeki Fransız konyağı şişesini son saniyede kurtardım.

Ondan sonra da soygun başladı. Satın aldığımdan beri arabamın vergisini unutup ödememişim. Ayrıca, bakım yaptırma zamanı da gelmişmiş. Önlere de iki yeni lastik gerekliymiş. Zaten dört gün önce bir gelir vergisi ödemiştim ki, ciğerim ince kıyım sökülmüştü. Aybaşı olduğu için apartman, telefon, elektrik, gaz giderlerini hesaplayınca Türkiye'nin hâlâ borçlu bir ülke olmasına şaşırdım. Sadece benden tırtıkladığıyla bütün dış borçlarını ödeyip yeni bir baraj inşaatına bile başlayabilirdi.

Asıl büyük hır, Ortaklar Büfe'yle aramda çıktı.

‘‘Benim bir tane ağzım ve bir tane midem var. Getirdiğin bu aylık hesaptaki şarapları bütün Mecidiyeköy'üne içirirsem, sokakta ayık adam kalmaz be!’’ diye feryada başladım. Büfe sahibi hayretle,

‘‘Yoksa bunların hepsini siz mi içiyordunuz?’’ diye sordu. Meğer, benim apartman dairesinde meyhane işlettiğimi sanırmış.

*

Sabah yuttuğum iki başağrısı ilacı banamısın demeyince, iki tane daha aldım. Böylece, karın gurultusu ve akşamdan kalmalığın üstüne bir de salaklık eklendi. Her yere çarpa çarpa dolaşmaya başladım. En büyük hatayı da kendime çay pişirmek için mutfağa girmekle yaptım. İnanmayacağınızı bildiğim için, mutfakta yaptığım tahribatın bilançosunu açıklamayacağım. Yalnız, çay pişirmeye kalkan birinin tabakların ve bardakların bulunduğu büfeyi devirmeyi nasıl becerebildiğini çözemedim. Elif, yarın temizliğe gelince çok mutlu olacak. Onu artık bulaşık yıkamak zahmetinden kurtarmıştım.

*

Telefonların ikisi birden acı acı ve ısrarla çalmaya başlayınca, yarı çömelik bir pozisyonda tuvaletten çıktım. Tekin, yine yoğun bakımda olduğu için haber bekliyordum. Bir genç kız sesi,

‘‘Cenap Bey'i bağlıyorum efendim’’ dedi.

‘‘Niye bağlıyorsunuz?’’

‘‘Ben Cenap Bey'in sekreteriyim. Bağlamamı kendisi istedi’’ deyip kesti. Sonra bir ara müziği başladı. Cenap diye birini tanımadığım için telefonu tam kapatıyordum ki, Tekin'in doktorlarından biri olabileceği aklıma geldi. Odanın öbür ucundaki diğer telefon çalmakta devam ediyordu. Bir koşu onu da açtım.

‘‘Küçük Ev mi?’’

‘‘Pek küçük sayılmaz. 140 metrekare var.’’

‘‘Bugün salçalı biftek, çoban salatası ve zeytinyağlı dolma istiyoruz.’’

‘‘Onlar yok. Dolapta biraz peynir ve sucuk var.’’

‘‘Aloo... Orası Küçük Ev Restoranı değil mi?’’

O sırada masanın üstüne bıraktığım diğer telefondan Cenap Bey'in bağırtıları geliyordu. Cenap Bey bana, yeteri kadar mavi iplik stoğu olmadığını, ama istersem yeşil gönderebileceğini tam anlatırken karnıma yine sancı girdi. Tuvalete doğru bir koşu kopardım. Zaten pantolonum hazır durumdaydı. Ama tam daire kapısının önünden geçerken kapı çalındı. Duracak halim olmadığı için kapıyı açtım ve kimseye görünmeden;

‘‘Siz içeri girin ben şimdi geliyorum’’ deyip hızla yoluma devam ettim.

Ahlaya oflaya tuvaletten dönünce salonda oturmuş beni bekleyen iki genç kız buldum. Yanlarında da kocaman birer bavul vardı. İlk aklıma gelen, şarkıcı olmak için evden kaçtıkları ve benim başımı derde sokacakları oldu. Ama evden kaçmamışlarmış. Dantelli masa örtüsü, yatak çarşafı, yorgan yüzü ve yastık kılıfı pazarlıyorlarmış. Daha doğrusu, pazarlamıyorlarmış da tanıtım yapıyorlarmış. Ama istersem sipariş alabilirlermiş. Sipariş verirken para ödemem gerekmiyormuş. Malı teslim alınca ödeme yapacakmışım. Hatta, ödemeyi dört taksitle bile yapabilirmişim. O kadar kibar ve baygın anlatıyorlar ki, adamda kızları sepetleyecek cesaret kalmıyor. Hem anlatıp hem de iyice göreyim diye malları yere seriyorlar. Ben de bu nedenle yazıma bir türlü başlayamıyorum.

Sabahtan beri olanları düşünüp bugüne berbat bir gün demiştim ya... Meğer halt etmişim. Güzelim cuma sabahının hakkını yemişim. Asıl berbatlık daha başlamamışmış. Kapı tekrar çalınınca, içimi kötü bir sis kapladı. Felaketler bazen bana malum olur. Silivri'den Erol usta gelmişti. Erol'un gelmesi bir şey değil, yanında Mustafa'yı da getirmişti. Erol'un bu taraflarda bir işi varmış, Mustafa da resimci amcasını özlediği ve sömestr tatili olduğu için oğlanı yanında getirmişmiş. Ben, Mustafa'yla hasret giderirken o işini halledip hemen dönecekmiş. Yine ben,

‘‘Amanın!.. Dur... Tut...’’ diyemeden, Erol merdivenlerde kayboldu. Mustafa da içeri daldı. Hiç konuşmadan elleri arkasında evde bir süre gezinip ortalığı teftiş etti. İkram olsun diye,

‘‘Çokoprens ister misin?’’ diye sordum. Mustafa yüzüme öfkeyle bakıp,

‘‘Hastiv!..’’ dedi. Kendisini bu yaz Çokoprens'le kandırıp sünnet ettirmişler. O da her Çokoprens teklif edilişinde yine aynı şeyi yapacaklarına inanıyordu. Kızlardan biri

‘‘Ah, sen ne şeker bir çocuksun’’ diye cilvelenme hatasını işledi. Mustafa bana döndü;

‘‘Bu kavılav senin neyin oluyov?’’

‘‘Hiçbir şeyim olmuyor.’’

‘‘Öyleyse senin evinde ne avıyovlav?’’

‘‘Bir şey satmaya gelmişler.’’

‘‘Kime yuttuvuyovsun lan vesimci? Sen bizi keviz mi sandın? Ben gelmeden önce evcilik mi oynuyovdunuz yoksa yevlevde güveş mi ediyovdunuz?’’

Kızlardan biri,

‘‘Aaa!.. Bu laflar senin gibi cici bir çocuğa yakışmıyor’’ diye terslenecek oldu.

‘‘Bu movuk vesimciyle yevlevde yuvavlanmak sana yakışıyov mu?’’

‘‘Terbiyesiz!.. Biz kimseyle yuvarlanmıyorduk.’’

‘‘Madem yuvavlanmıyovdunuz da, bu yastıklavı yovganlavı yevleve neden sevdiniz?’’

Kızlar kem küm ederken Mustafa bana döndü:

‘‘Bu kısa eteklinin bacaklavı daha güzel.’’

Kızcağız dehşet içinde eteklerini dizlerine doğru çekiştirirken Mustafa,

‘‘Bu movuk vesimci bacak hastasıdıv. Bizim Silivvi'de plaja gelivdi. Kızlavın bacaklavına bakav sonva denize givmeyi unutup evine dönevdi’’ dedi. Kızlar, yere yaydıkları öteberiyi aceleyle bavullarına tıkıştırıp kaçar gibi gittiler.

‘‘Şimdi biraz tıkan da yazımı yazayım.’’

‘‘Niye avtık yazı yazıyovsun? Vesimlevini beğenmedikleri için seni kovdulav mı?’’

‘‘Al bak, burada bir sürü dergi var. İçi de çıplak kadın resmiyle dolu.’’

Dergilere bakarken Mustafa'nın sesi gerçekten biraz kesildi. Ama az sonra,

‘‘Dövt tane elli bin lira vevicen!..’’ dedi.

‘‘Eşkıya mısın ulan sen!.. Sana niye 200 bin lira verecekmişim? Vermiyorum be!..’’

‘‘Sen bilivsin!..’’

Herifi tam benzetecektim ki, karnıma yine o alçak buruntulu sancı saplandı. Tuvalette oturduğum yerden Mustafa'nın sesini duyabiliyordum.

‘‘Aloo, Tolga teyzee... Senin vesimci kocanı güzel bacaklı kavılavla yevlevde yuvavlanıvken yakaladım. Sana söylemeyeyim diye bana pava vevmek istedi. Hem de yevleve yovgan sevmişler vallaa!..’’

‘‘Ah lan piç kurusu, nasıl olsa sancım geçip ben bu tuvaletten çıkacağım!..’’ diye kendi kendime homurdanırken bu kez Mustafa'nın çığlıkları duyuldu.

‘‘Aloo, polis imdat mı?.. Polis amca, yetişin!.. Buvada yazıcı biv movuk vav. Küçücük biv çocuğun boğazını sıkıyov!..’’

Yazarın Tüm Yazıları